A.İklim Bayraktar

A.İklim Bayraktar

Medya bundan hiç rahatsız olmadı

Kurban seçilen kadın nihayet manşetlerden inip gazete sayfalarından, ekranlardan silindi.

Benimki de böyle bir çığlık
 
İnsanoğlu, bin yılları aşkındır aklın ne olduğunu sorguluyor, çünkü akıl denilen soyut kavram hiçbir şeye benzemiyor. Belli bir sınırı var, olaylara makul yaklaşmamızı sağlıyor ve en önemlisi de toplumsal değerleri uygulamamızda yardımcı oluyor.
Kurnazlık ile akıl arasında çok ters bir ilişki var. Kurnazlık genelde karşı tarafı aptal yerine koymak üzerine kurulmuş küçük sıçramalar.
Eğer karşı tarafta yeteri kadar zeka yoksa, kurnazın oyununa düşmesi her zaman mümkün. Bunu akıl ile engellemenin olanağı yok. Akıl her zaman temkinli yaklaşmıştır kurnazlığa, ama sürekli de avlanan olmuştur. Çünkü akıl denilen kavramın içinde aldatılmaya yatkın bir kapasite her zaman mevcuttur.
Zeka ise tamamen farklı. Onu da akıldan ve kurnazlıktan ayırmak gerekiyor. Kurnazlık karşısında zeka tam bir "blok" oluşturabilir ve kandırılmanızı engelleyebilir. Çünkü zeka anlık olarak ortaya çıkan ve hızla da kaybolan bir davranış biçimidir. Kurnazlıkla karşılaştığı zaman hemen gerekli önlemleri alma becerisine sahiptir.
Akıl ile zeka arasında da bir bağlantı kurulamaz. Akıl zekadan yararlanır, ama asla onu olumsuz anlamda kullanmaz. Zeka ise akla herzaman ihtiyaç duyar. Zekanın gelişebilmesi için aklın belli bir olgunluğa erişmiş olması gereklidir.
Bütün bunları niye sıraladım?
39 yıllık hayatımın her evresinde duygusallık ağırta olsada hep aklımı kullanmaya çalıştım. İşimi de hep düzgün yürütmeye çaba gösterdim falan, filan. Zaman geçtikçe düzgün olarak işi yürütmenin bu meslekte yükselmek için yeterli olmadığını keşfettim. Her keşfimde gazetecilikle ilgili tüm hevesimi kursağıma tıkadı. Zaman geçtikçe, gözümde büyüttüğüm gazetecilerin "büyük" olmadıklarını çok net biçimde gördüm.
Gazetecilik mesleğinde akıl çok az kullanılıyordu. Kullanılan daha çok kurnazlıktı. İyi diye niteleyebileceğimiz gazeteciler ise akıllarına hiç danışmadan zekalarını kullanabiliyor ve böylelikle de her tür ayak oyunuyla diğerlerinin önüne geçebiliyorlardı.
Bunu yaparken akla ihtiyaç duymamaktan öte, sakınıyorlardı bile. Akıl ile zekalarını destekledikleri andan itibaren ahlak kurallarını da işletmek zorunda kalabileceklerinden çekiniyorlardı.
Nitekim, kendi köşelerini veya bulundukları konumları terk etmeme bahasına, mutlaka zekaları ile bazı şeyleri idare ediyorlardı.
 
Tarih boyunca akıl hep geri planda kaldı. Ortam zekilerle kurnazların savaşına terk edildi. Zeka yanına; sevgi, yaratıcılık, insancıllık, hoşgörü, bağışlama, dostluk gibi insani kavramları toplarken, kurnazlık da pragmatizm, abartı, bencillik, hoşgörüsüzlük, kaypaklık, aldatma gibi pratik uygulamalarla sıkı sıkıya ittifak yaptı.
Akıl hep geri planda bütün olan biteni özümsemekle uğraştı durdu.
Zeka her zaman olmasa bile akıl ile bir dayanışmaya girdi, kurnazlık karşısında kendini savunmaya çalıştı. Kurnazlığın şeytani çekiciliği ise akla daha uygun ve mutlak geliyordu. Hal böyle olunca zeka çoğu zaman kendi başına hareket etme zorunluluğunda kaldı. Bu da kimi zaman zekanın kurnazlıktan bile beter kötülüklere sapmasına yol açtı.
Süreç içinde medya öyle hale geldi ki kurnazlık, ayakta kalmak için başvurulan bir savunma mekanizması olmanın ötesine geçip karalama sistemine bile dönüştü. Birinin karalanması gerekiyorsa herkes aynı kulvarda koşmayı görev bildi. Biri kötülenmeye başlandıysa, herkes ağız birliği etmeyi ilke haline getirdi.
Medya bundan hiç rahatsız olmadı. Rahatsızmış gibi görünenler oldu zaman içinde, ama onlar da kurnazlık sertleştikçe kabuklarına çekilmeyi yeğlediler. Nedir kurnazlığın sertleşmesi? Kazanılmış olan haksız "postların" kaybedilmemesi için gerekli girişimlerde bulunurken, bunu başka insanların sırtlarına basarak gerçekleştirmek.
Kuşkusuz, bunu yaparken de kendi savunma mekanizmasını geliştirmek.
Kimi acınası olaylar karşısında bile kendi çıkarları doğrultusunda dönen evrenin eksenini değiştirmek gibi bir göreve asla soyunmadılar, asla 'yalnız ve çaresizden' yana tavır almadılar, asla kendi çıkarlarının önüne geçilmesine izin vermediler. Ya kendi çeperleri içinde yaşamayı ve kimseye dokunmamayı yeğlediler ya da kuvvetliden yana tavır koyarak yerlerini korudular, pekiştirdiler.
Çirkin ve dışarıya her yönüyle kapalı bir kast oluşturdular. Kendi içlerinde gelin güvey oldular, hesaplaştılar, helalleştiler. Kendi yarattıkları sahnelerde bol bol boy gösterdiler gerçi ama aslında öylesine kapandılar ki içlerine, zincirleme 'akraba evlilikleri' ucube bireyler yarattı sonunda.
Bir bakıma kendimi bu ucube neslin kucağına atılmış hissettim.
 
Öylesine yoğun bir eleştiri yağmuruna tutulmuştum ki, aklım çalışmaz olmuştu. Bir şeyler dönüyordu,istemim dışıydı yapılanlar ama elimden hiç bir şey gelmiyordu.
Ağzımdan çıkmayan sözler benim adıma yazılıyor, çiziliyordu.
Çaresizlikle not tutuyordum, ama tuttuğum notları sıraya bile koyabilecek aklı kullanamıyordum. Hayatımda karanlık  bir dönem başlamıştı.
Bu 'besleme' olayda en zayıf halka olan ve tabi tüm az ya da çok suçlu-hatalı olanların kendilerini temize çekmeleri için birinin infazı söz konusuydu. Ama konunun gerçeklik yanına kimse aldırış etmiyor, herkes söz birliği etmişçesine saldırıyor, olayın gerisinde başka nedenler arıyor, bulamayınca da 'yaratıyordu'.
Domino, büyük olasılıkla televizyonun evlerimize girmesinden sonra yok olan masa oyunlarından birisidir. Bu zekâ oyunundan geriye, Amerikalıların Vietnam müdahalesine kılıf oluşturmak için yarattığı 'Domino Etkisi' deyişi kalmış, oyun özünden sıyrılıp farklı bir popüler uğraşa dönüştürülmüştür. Binlerce, hatta bazı yarışmalarda onbinlerce domino taşı, her biri düşerken diğerinin dengesini bozacak şekilde yerleştirilir. İlk düşen taş sonraki birkaçını devirir, bu basit devinim saniyeler içinde 'izlemeye doyulmaz' bir dalga oluşturur.
Çorap söküğü gibidir domino etkisi. Benim örneğimde yaşanan da tıpkı buydu işte. Birileri zaten hassas dengede duran ilk taşa dokunmuş, o yanındaki birkaç kişiye çarpmış ve gerisi gelmişti.
İşin içine en marjinalinden siyasi ütopyalar güden kimi meczuplarla sözde uyanıklar da karışınca, gerisi domino taşlarından oluşan bir tsunami gibi gelmişti. Ortaya dökülen koskoca ayıbı incir yaprağıyla örtme çabası içinde ardı ardına ve olayın aslının ne olduğunu anlama çabasına bile girmeden, en ufak bir gerçek bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmayı seçip yüzlerce haberler, yazılar yazdılar, yayınlar yaptılar.
Bir kadını mahkûm ettiler akıllarınca;  görev tamamlanmış, gündem çıkarlarınca savuşturulmuştu..
Kurban seçilen kadın nihayet manşetlerden inip gazete sayfalarından, ekranlardan silindi. Geriye bir posa, yıkılmış bir hayat kaldığını düşünmeseler o kadarla da bırakmazlardı. İşin doğrusunu yanlışını hiç irdelemeden bir kadını paçavraya çevirip kenara atmışlardı.
Geri döneceğimi hiç düşünmediler...
Muharebe alanlarında savaş naraları neden kılıç şakırtılarını bastıracak kadar yüksektir? Çünkü savaşçı hem öfkesini biler o çığlıkla, hem kararlılığıyla düşmanının gözünü yıldırır, hem de silah arkadaşlarını yüreklendirir.
Benimki de böyle bir çığlık.
 
A.İklim Bayraktar
twitter/@aiklimbayraktar

Önceki ve Sonraki Yazılar