Türkiye İran Olur mu?

Türkiye’de Cumhurbaşkanı’nın değişmesi, Anayasa değişikliği yapılarak yargının ele geçirilmesi, asker sivil Atatürkçü yurtseverlerin düzmece davalarla tutuklanması ve 2011 genel seçimlerine kadar yavaş, sonrasındaki “ustalık döneminde” çok hızlı adımlarla gerçekleştirilen siyasal İslamcı gelişmelere bakarak kendimize bir kez daha soralım: Türkiye İran olur mu?

Türkiye’de Cumhurbaşkanı’nın değişmesi, Anayasa değişikliği yapılarak yargının ele geçirilmesi, asker sivil Atatürkçü yurtseverlerin düzmece davalarla tutuklanması ve 2011 genel seçimlerine kadar yavaş, sonrasındaki “ustalık döneminde” çok hızlı adımlarla gerçekleştirilen siyasal İslamcı gelişmelere bakarak kendimize bir kez daha soralım: Türkiye İran olur mu?

Bu soruyu yanıtlayabilmek için İran İslam Cumhuriyeti’nin kuruluşunda yaşananları anımsamak gerekir. Soner Yalçın’ın “Siz Kimi Kandırıyorsunuz” kitabında, İran’dan kaçan gazeteci yazar Bahman Nirumand’ın İran kitabından özetlenerek verilen (s. 104 vd), İran İslam Cumhuriyeti’nin nasıl kurulduğunu, aşamalarda neler yaşandığını, mahalle baskısının bu yaşananlarda etkisini kısaca görelim.

Bahman Nirumand, mollaların özgürlük ve demokrasi getireceğine inanan milyonlarca solcu, demokrat, liberal ve milliyetçi bir gazeteci yazardır. Anlattıklarını Soner Yalçın’dan okuyalım:

“Humeyni yeryüzünde cenneti vaat etti bize. Demokrasi gelecek, kimse fikirleri ve siyasal görüşleri yüzünden tutuklanmayacak, işkence yapılmayacak, kadınlara eşit haklar verilecek, giyim serbest olacaktı.

Her şey 14 Ocak 1979 tarihinde değişti. Şah İran’ı terk etti. Ardından İran tarihinin en büyük yürüyüşü Tahran’da yapıldı. Sansür, yasak yoktu, istediğimiz gibi bağırıyorduk. Fakat mitingde ilk dikkatimi çeken, kim liberal Musaddık ya da solcu şehitlerin resimlerini taşıyorsa mollalarca dövülüyordu.

Pek üzerinde durmadık bu olayın, ‘Hele bir kurtlarını döksünler, sonra sakinleşirler’ diye düşündük.

Ertesi gün gazetede, bir hırsızın genç mollalar tarafından yakalanıp, adına ‘İslam mahkemesi’ denilen bir mahalli heyet tarafından 35 kamçı cezasına çarptırıldığı haberini okuduk. Haberi ciddiye almadık; ‘Üç beş sapsızın işi’ dedik.

Bu arada bira-şarap fabrikalarının yakılması, sinemaların tahrip edilip filmlerin sokaklara atılması gibi olayların üzerinde hiç durmadık. ‘Ufak tefek şeylerin’ toplumun demokrasi ve ulusal bağımsızlık yolundaki çabaları etkilemesini istemiyorduk.

Biz bunları söylerken, mollalar tarafından, kadın ve erkeklerin yan yana yüzemeyecekleri, okullarda aynı sınıflarda olamayacakları, birlikte spor yapamayacakları gibi gerici kararlar arka arkaya alınmaya başlandı.

‘Müslüman kadınların yanında orospuların yeri yoktur’ denilerek kadınlara örtünme zorunluluğu getirildi. Özellikle üniversitelerde bu yüzden çatışmalar çıktı.

Peçesiz, başörtüsüz sokağa çıkan kadınlar artık açıkça, gözümüzün önünde dövülüyordu. Bazı kadınların yüzüne kezzap atılıyordu.

Biz ise hâlâ büyük laflar ediyor; bu tür olayları devrimin kaçınılmaz sancıları olarak görüp umursamıyorduk.

Humeyni, ‘Bütün sorunlarımızın sebebi, cemiyetimizdeki ahlaksızlıklardır. Bunların kökünü kazımalıyız’ diyor; genç mollalar terör estiriyordu.

Kitapevleri yağmalanıyor, gazete bayileri ateşe veriliyordu.

Şiraz’da ‘İslam mahkemesi’ eşcinsel ve fahişe olduğu gerekçesiyle 4 kişiyi idam ediyordu. Benzer olay Tahran’da da gerçekleşiyor, üç fahişe ve üç eşcinsel kurşuna diziliyordu.

Sesleri ve görüntüleriyle erkekleri tahrik ettikleri için kadın spikerler televizyondan kovuluyor; uyuşturucu olarak görülen müzik yasaklanıyordu. Alkol içen kırbaç cezasına çarptırılıyordu.

Şimdi düşünüyorum da insan zamanla her türlü aşağılanmaya alışıyor galiba. Hiçbirini görmüyorduk; basmakalıp analizlerimizin doğru olduğuna o kadar inanıyorduk ki!..

Oysa toplum hızla dincileştiriliyordu. Alınan her kararda ‘Tamam bu sonuncusu’ diyorduk. Ama arkası hep geliyordu.

Kızların evlenme yaşı 18’den 13’e düşürüldü. Parfüm, ruj, saç boyası, mücevher gibi kadın malzemelerinin yurda girişi yasaklandı. Kadın çamaşırı satan mağazaların vitrinlerine sütyen, kombinezon vb koymasına bile izin yoktu.

Kamu dairelerinde kadın memurlara tesettüre girme emri çıkarıldı.

Üç ay önce Humeyni Paris’te komünistler de dahil olmak üzere her görüşün rahatça örgütleneceği bir demokrasiden, özgürlüklerden bahsederken, şimdi tüm solcu, milliyetçi ve liberalleri İslam düşmanı ilan etmişti.

Bu sözler üzerine ilk protestomuzu yaptık. Mitingimize bir milyonu aşkın insan geldi.

Mollaların en iyi siyasi stratejileriydi; işlerine gelmediği zaman hemen gündemi değiştiriyorlardı.

Referandum meselesini gündeme getirdiler. Halka soracaklardı: ‘İslam Cumhuriyeti’ni istiyor musunuz, istemiyor musunuz?’

Kuşkusuz bu bir oyundu; halkın yüzde 65’inin okuryazar olmadığı bir ülkede kim anlardı cumhuriyetten?

Yapılan propaganda belliydi; dediler ki: ‘İslam’a evet mi, hayır mı diyorsunuz?’

Biz bu oyunu biliyorduk ama şöyle düşünüyorduk: ‘Önemli olan cumhuriyettir; serbest seçimlerdir; demokratik haklardır; özgürlüklerdir. İslam Cumhuriyeti bunu sağlayacaksa neden karşı çıkalım?’

Ancak bazı küçük kesimler bu oyuna gelmemek için referandumu boykot ettiler.

Sonuçta ‘evet’ diyen 20 milyon, ‘hayır’ diyen ise sadece 140 bindi.

Mollalar bu referandum sonucunu çok iyi kullandılar. Güya tüm ülke yaptıklarını onaylıyordu. Artık televizyondan sonra basın da ellerine geçmişti. Sanki tüm muhaliflerin sayısını 140 bin olarak gösterdiler. Halbuki 20 milyon içinde bizim de oyumuz vardı. Ama artık bizim sesimizin çıkmasına izin vermiyorlardı.

Mollalar güçlendikçe saldırganlaştılar. Örneğin tirajı bir milyon olan liberal Ayendegan gazetesini kapattırdılar. Sıra sonra Keyhan gazetesine geldi; muhalif yazarların işten çıkarılmasını sağladılar.

Tüm bu olanları protesto etmek için mitingler düzenlemeye başladık. Ama iş işten geçmişti artık; insanlar yılmıştı, korkuyordu.

Özgürlük, demokrasi ve bağımsızlık için ayaklanan halkın, bu kadar kısa sürede değişeceğini düşünememiştik. Sanmıştık ki mollaların gerici yasalarına/kurallarına halk karşı çıkacak. Halbuki tersi oldu; mollalar yasak, sansür getirdikçe arkalarından gidenlerin sayısı arttı.

Örtünmek moda oldu!

Tüm bunlara ‘gelip geçici bir fırtına’ diye bakmak ne büyük yanılgıydı.

Komünistlerden, solculardan, demokratlardan, milliyetçilerden sonra liberal İslamcılar da zamanla mollaların hedefi oldu.

Şah döneminden daha çok insan cezaevlerine konuldu; idam edildi. Milyonlarca insan canını kurtarmak için yurt dışına kaçtı. Kaçanlardan biri de bendim.

Umarım bizim hatalarımızdan birileri ders çıkarır.”

İran’da dinci rejimin nasıl kurulduğunu öğrendikten sonra soruyu yineleyelim: Türkiye İran olur mu? Belki de 2003 yılından bu yana bireysel, toplumsal ve kamusal yaşamdaki değişiklikleri gözümüzün önüne getirdikten sonra, “Arada bir fark kaldı mı?” sorusunu sormak daha doğru olabilir.

Aradaki tek fark, İran’da geçiş sürecinin çok hızlı olmasına karşılık, bizde dönüşümün “alıştıra alıştıra”, “hazmettire hazmettire” yapılmasıdır.

Soruya yanıt aranırken, “Türkiye’de, İran’da olduğu gibi bir din adamı sınıfı yok” yanılgısına düşmemek gerekir. Bizde cemaat ve tarikatlar, şeyhler ve şıhlar mollalardan daha az etkili değildir. Üstelik Türkiye’de de İran’da olduğu gibi, egemen olan İslam dininin belli bir mezhebidir.

Yönetimde ise ilahiyatçılar vardır ve Diyanet İşleri Başkanlığı yaptığı yönetmelik değişikliğiyle “fetva” makamı olduğunu resmen açıklamıştır.
İran’da şeriat rejimini yerleştirip korumak için kurulan “Devrim Muhafızları” kısa sürede sokağa egemen olmuşlar; İslami rejime uymayanları uyarıp cezalandırmışlardır. Bizde bunların yerini, yakında “koruma memuru” adı altında “AKP milisleri” alacaktır.

Gözden uzak tutulmaması gereken şey, 11 yıldır yaşadıklarımızın tekil olaylar değil, sistematik olarak kurgulanan bütünün parçaları olmasıdır. 

Önceki ve Sonraki Yazılar