“TURCOPHOBIA”

 
Uluç Gürkan
 
            “Turcophobia”… “Türk korkusu” olarak Türkçeleştirebileceğimiz bu deyiş, Türk”ün İtalyanca ve Fransızca karşılığı “Turco” ve “korku” anlamındaki Yunanca“phobas-phobia” sözcüklerinden türetilmiş…
 
“Turcofobia”, kökü yüzyıllar öncesine uzanan bir önyargı… İsviçre’nin eski Türkiye Büyükelçilerinden Eric Cornell, “Bir İslam Ülkesinin Kutsal Roma İmparatorluğu” başlıklı makalesinde bu önyargıyı şöyle açıklıyor:
 
“Avrupalılık kimliği Türklerin İslami yayılmacılığına karşı mücadele sürecinde gelişmiştir.Bu nedenle, Hıristiyanlığın İslam’a, dolayısıyla Avrupa’nın Türklere karşı tutumu soğukluk ve umursamazlık biçimindedir.” 
 
“Turcofobia” Avrupa’nın bilinçaltında hala yaşıyor. Bir tür “nefret suçu” potansiyeli de taşıyabiliyor... Türkiye’nin yıllardır uluslararası arenada karşı karşıya kaldığı haksızlıklarda “Turcofobia” etkisini kimse yadsıyamaz…
 
***
“Turcofobia” çoktan tarihin çöp sepetine gitmeliydi. Gitmedi… Ötesinde, Türkiye’de de yayıldı. Deyim yerindeyse, devletin en tepe noktalarına kadar ulaştı.
 
Şaşırtıcı ama gerçek… Bugün Türkiye’de Türk olmak, “Türküm” demek; ulusal çıkarlardan söz etmek kimi çevrelerce çağ dışılık sayılıyor. Ulusal andımız ilköğretim okullarından kaldırılması böylesi bir anlaşın sonucu…  
 
Türk kimliği ve varlığı, tarihte benzeri görülmemiş bir saldırıyla karşı karşıya bulunuyor. Yurt içinde ve yurt dışında yıldızı özellikle parlatılmış kimi yazar, akademisyen ve siyasetçiler, Türk kimliğini tarihin kanlı sayfalarıyla özdeşleştirmek için her türlü çarpıtmayı zorluyor…
 
Öncelikle, Türkün kendisine olan saygısını yitirmesi amaçlanıyor. Böylece toplumsal güven duygusunun yok edilmesine çalışılıyor…
 
Bu saldırıya ulusça direnmeliyiz. Hiçbir bezginliğe ve umutsuzluğa kapılmadan kimliğimize olan güvenimizi kararlılıkla koymalıyız. Çünkü haklıyız…
 
***
 
Malazgirt Savaşı’nın kazanıldığı 1071 yılı, Orta Asya’dan gelen Türklerin Anadolu’da egemenlik kurdukları yıl olarak bilinir. Ancak Türkler bu egemenliklerini, soy ve din ayrımı temeline oturtmamıştır. Hem ana vatan yaptıkları Anadolu’da hem de başka ülkelerde, yerleşik halkın kimliğine saygı göstermişlerdir. 
 
Anadolu’da Türkler, yerleşik halklar ve önceki uygarlıklarla kaynaşarak, bu toprakların geçmişiyle geleceğini bütünleştirmiştir. 1071, Anadolu’nun insan varlığını ve kültürünü bölen bir ayrım çizgisi değildir. Bütünleşmenin, kaynaşmanın yolunu açmıştır.
 
Anadolu’nun yerli halkıyla Orta Asya’dan gelenler, ayrıca, zaman içinde Kafkaslardan, Ortadoğu’dan, Balkanlardan göçenler, birbirleriyle komşu olmuş,  dostluk kurmuş, evlenip kaynaşmıştır. Böylece Anadolu’da, Orta Asya’dan ve başka ülkelerden gelenlerle Anadolu kökenlilerin, insan varlığı yanında kültür ve sanat olarak da bütünleştiği Türk ulusu doğmuştur.
 
Bülent Ecevit bu doğumu, 11.06.1984 günlü Nokta dergisindeki “Türk Milleti ve Türkiye” başlıklı yazısında şiirsel bir dille şöyle anlatmıştır:
 
“Türk ulusu, değişik soylardan, ülkelerden, kültürlerden kaynaklanan köklerini Anadolu tarihinin ve toprağının en derinlerine salmıştır. Türk milletinin soyağacı, Türkiye’de o köklerden sürgün veren ağaçtır. 
 
Bu ağaç köklerinden koparılırsa ağaç kurur ve çöker…”
 
Doğan Avcılığı da “Türklerin Tarihi” adlı çalışmasında Anadolu’daki uluslaşma sürecimizi tarihsel kanıtlarıyla ortaya koymuştur.
 
***
 
Atatürk’ün milliyetçilik anlayışı, Türk ulusunu Anadolu’daki soyağacının ve köklerin bilincine vardıran bir anlayıştır. Onun içindir ki Atatürk, “ne mutlu Türk ırkından olana” veya “Türk soyundan gelene” dememiş, “Ne mutlu Türküm DİYENE” demiştir.
 
Kendi el yazısıyla, Türk çocukları için hazırladığı  “Medeni Bilgiler” kitabının ilk tümcesi olarak da, “Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk milleti denir” diye yazmıştır.
 
Atatürk, ne “Türkiye halkları”, ne de “Türk halkı” demiştir. “Türkiye halkı” diyerek Anadolu’daki uluslaşma sürecimizin hiçbir köken ayrımı içermediğini vurgulamıştır.

Önceki ve Sonraki Yazılar