Küreselleşme masalının sonu

Yeni formülün eskisinden temel farkı, tüketmek için gerekli paranın da sağlanmasını yani borç olarak verilmesini de içeriyor olması.

“Küreselleşme” masalının başlangıcının, İkinci Dünya Savaşı henüz sonlanmadan, Temmuz 1944 tarihinde ABD’nin Bretton Woods isimli kasabasında toplanan Birleşmiş MilletlerPara ve Finans Konferansı olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

ABD dolarının, uluslararası ticarette kullanılan rezerv para olması bu toplantıda karara bağlanmış,   değeri altına göre belirlenen tek ulusal para olarak 1 ABD Dolarının değeri 0,88867 gr. altın olarak sabitlenmiş, ABD, dış talep olduğunda doları bu değer üzerinden altına çevirmeyi taahhüt etmiştir.

ABD, 1971'de, tek taraflı aldığı bir kararla, doları altına endekslemekten, yani elinde dolar bulunanlara talepleri durumunda altın verme taahhüdünden vazgeçtiğini açıklayınca, sistem, anlaşmaya taraf diğer ülkeler aleyhine olarak çökmüş, elinde dolar bulunduran ülkeler ciddi oranda zararları sineye çekmek zorunda kalmıştır. 

Doların altına bağımlılığından yani piyasada bulunabilecek dolar miktarına ilişkin her tür kısıttan kurtulan dolar, bu tarihten sonra, yalnızca finansal bir araç olarak değil, ABD ulusal çıkarları doğrultusunda siyasi bir enstrüman/silah olarak da kullanılmaya başlanmıştır. 1973 petrol bunalımı, bu tek taraflı kararın ilk ve en önemli sonuçlarından birisi olmuş.

Diğer sanayileşmiş ülkeler, ABD ile benzer şekilde, para birimlerini dalgalı kura geçirip, para basarak ama üretmeye devam ederek, kayıplarını asgaride tutmayı başarırken, yaşananların gerçek kaybedeni, 1946 tarihli Thornbourg Raporu ile başlayan süreçte sanayileşmekten ve üretmekten vazgeçen bizim gibi ülkeler olmuş, bir damla petrole, 70 sente muhtaç duruma düşmüşlerdir.

ABD’nin, tüm diğer ülke ekonomilerini, ABD Merkez Bankası’nın (FED), doların değerine ilişkin tasarruflarına (faiz seviyesi ve piyasadaki dolar miktarı/emisyon) bağımlı hale getiren bu tek taraflı kararının,bugünküreselleşme diye ifade edilen ve sürece direnenlerin gizli/açık operasyonlarla tasfiye edildiği, siyasal/ekonomik sistemin başlangıcı olduğunu varsaymak yanlış olmayacaktır.

40 yılı aşkın süredir devam eden küreselleşme maceramızın sonucunda, bu gün geldiğimiz noktada, her seferinde ve her nedense, sermayenin daha da merkezileşmesine/tekelleşmesine yarayan finans sektörü kaynaklı krizlerinden birisini daha yaşıyoruz.

2006 yılında emareleri görülmesine karşın, “kedidir kedi” denilerek görmezden gelinen ve 2008 yılında, şişirilmiş emlak fiyatları balonunun patlaması ile görülmek mecburiyetinde kalınan krizin üzerinden 5 sene geçmiş durumda. 

Beklenmedik şekilde, krizin ABD merkezli olarak patlamış olması ve ABD toplumunun çok büyük bir kesimini yani ABD başkanını seçecek seçmeni olumsuz etkilemesinin, krizin faturasının, 1997 Asya Krizinde olduğu gibi, krizin mağduru vatandaşlardan, hunharca tahsili yoluna gidilmesini engelledi doğal olarak.

Yaklaşık 1,5 yıl süren şaşkınlık döneminin sonunda, krizin yükünün başka ülkelere ve bu başka ülkelerin vatandaşları üzerine atılabilmesi için gerekli sihirli formül bulundu.

Bulunan formül, 1971 yılında, ABD ekonomisi için yaralı olduğu test edilip onaylanmış olan, doların değerini düşürmek suretiyle ülke üretimini ve ihracatını destekleme modelinin günümüze uyarlanmış sürümü. Bu seferki adı, QE (Quantitative Easing) yani “Parasal genişleme”.

Yeni formülün eskisinden temel farkı, tüketmek için gerekli paranın da sağlanmasını yani borç olarak verilmesini de içeriyor olması.

Paralar, ABD başta olmak üzere AB ve trene sonradan eklenen Japonya tarafından basıldı. Bankacılık sistemi ve sermaye piyasaları kanalıyla, bizim gibi borç parayla bolluk yaşayan ülkelere gönderildi. Borsalarımız arttı, faizlerimiz düştü, ulusal paralarımız değerlendi, tüketimimiz arttı. Siyasiler ekonomik mucize nutukları attı. Buna karşılık, uluslararası finans şirketleri ve gelişmiş ülkelerin üreticileri, ülkemize getirdikleri paradan, ülkemize sattıkları maldan büyük paralar kazandılar.

Gelinen noktada, bu sürecin yani “kazan kazan” döneminin sonuna yaklaşıldığı görülüyor. ABD Merkez Bankası (FED) Başkanı Bernanke’nin ve diğer FED yetkililerinin yaptığı açıklamalar da bu algıyla paralel olunca, üç yılı aşkın süredir devam eden dolar bolluğunun sonuna gelindiğine bizim piyasacılar da ikna olmuş durumda.

Fatura ödeme zamanının geldiğinin farkındalar. Borsalar düşüyor, ulusal paralar değer kaybediyor, faizler artıyor. Sadece bizde değil, bizim gibi borç parayla bolluk yaşayan tüm ülkelerde durum aynı.

Brezilya gibi döviz rezervi güçlü ülkeler, döviz satarak bu sıkıntılı dönemi aşmayı denerken, yeterli döviz rezervi olmayan, yüksek cari açığa sahip ülkelerin durumu daha ciddi. Yukarı tükürsen bıyık, aşağı tükürsen sakal.

Küreselleşme tartışması da tam bu noktada başlıyor. Gerçekten de, tüm dünyanın çıkarlarını kollayan, insanların barış ve refah içerisinde yaşadığı bir küreselleşme mi söz konusu olan. Yoksa küreselleşme derken, aynı 1971’de yaşandığı gibi, esas olarak ABD’nin çıkarlarını mı konuşuyoruz?

ABD Merkez Bankası yetkilileri açık sözlü. Küreselleşme yalanını bütün açıklığıyla ortaya koyuyorlar. ABD’nin işine yaradığı sürece “küreselleşmeden yana olduklarını, ABD’nin çıkarlarına aykırı bir politikayı, sırf küreselleşme sevdasıyla savunamayacaklarını gayet net bir şekilde ifade etmişler.
 
Sadece ABD'nin çıkarlarına karşı sorumlu olduklarını hatırlatan,Atlanta Fed Başkanı Dennis Lockhart ve  yalnızca gelişen piyasalardaki volatiliteye göre politika belirlemeyeceklerini söyleyen St. Louis Fed Başkanı James Bullard’ın sözlerison derece açık.Bana güvenmeyin, ben küreselleşme falan tanımam, benim için önemli olan ABD’nin çıkarlardır demeye getiriyorlar.(http://www.bloomberght.com/haberler/haber/1413469-fed-koordinasyon-cagrilarini-reddetti)
 
Bu sözler, ulusal ekonomiyi, ulusal çıkarları savunanları  “çağdışı” olarak tanımlayarak, küresel ekonominin nimetlerini saymakla bitiremeyen bizim gibi ülke piyasacılarının yüzüne tokat gibi inmiş olmalı. Tabi ki yüzleri varsa.

Önceki ve Sonraki Yazılar