MİLLET SİSTEMİNİN ÇÖZÜLMESİ VE İLK MİLLİYETÇİ HAREKETLER

M. Özge Yılmaz

Osmanlı İmparatorluğu, Avrupa’da yaygın hale gelmeye başlayan milliyetçilik hareketleri öncesinde, içinde yaşayan çok sayıda etnik grup ve ulusu “millet sistemi” adı verilen bir yapı içinde örgütlüyordu.[1] Özellikle Fatih’ten itibaren gerçekleştirilmeye çalışılan bu sistem ile din, dil, ırk ve renk farkı gözetmeksizin ve hâkim unsur olan Türklere diğer azınlık gruplar arasında üstün bir mevki vermeksizin “cihanşümul devlet” olma iddia teşebbüsleri Osmanlılara hâkim olmaya başlamıştı. Kendi topraklarında, ayrım yapmaksızın adil bir yönetim sürdüren Fatih Sultan Mehmet Almanya, İspanya ve Batı Avrupa’nın herhangi bir yerinde zulümle karşı karşıya olan Yahudileri de kendi imparatorluğuna göç etmeleri için cesaretlendirmiş ve bu amaç için kendiside yüzyılın başlarında Güney Almanya’daki zulümden kaçmış olan Edirne başhahamı Isaac Tzarfati’yi kullanmıştı.  Tzarfati’nin başka idarelerde baskı altında olan Yahudi akranlarının Sultan’ın idaresine katılmaları için yazdığı çağrıyı, Fatih o bölgelere ulaştırmıştı.[2] Türk olmayan Osmanlı tebaası açısından, yönetimin koşullarını açıklamak için aktardığımız bu çağrı, millet sisteminin ne denli adil ve barışçıl olduğunun göstergesi niteliğindedir:

“ Ağıtlarınız, iç çekişleriniz bize ulaştı. Alman topraklarında katlanmak zorunda kaldığınız acılar ve baskılardan haberdarız… Ben de Almanya’da doğdum ve alman hahamlarıyla ilahiyat okudum, ama kendi öz ülkemden çıkarıldım ve Tanrı’nın kutsadığı, tüm güzelliklerle dolu olan Türk topraklarına geldim. Burada huzur ve mutluluk buldum. Türkiye sizin için de bir barış ülkesi haline gelebilir… Hiç şüpheniz olmasın ki burada herhangi bir güçlükle karşılaşmayacaksınız. Oradan göçmeli ve buraya yerleşmelisiniz. Burada Türklerin topraklarında şikâyetçi olacağımız hiçbir şey yok. Büyük nimetler elde etmekteyiz. Çokça altın ve gümüş ellerimizde. Ağır vergi yükümüz yok ve ticaretimiz serbest ve engellenmiyor. Her şey ucuz ve bol, herkes barış ve özgürlük içerisinde…”[3]

Öyle ki; XVI. yüzyıl tarihçisi Eliyahu Capsali, Bizans İmparatorluğu’nun yıkılışını ve İstanbul’un Osmanlılar tarafından fethini, Bizans’ın Yahudilere uyguladığı zulüm ile ilişkilendirerek, Osmanlı’nın hoşgörü ve adaletini “Tanrı bilgeliği ve anlayışıyla Türk milletini büyük kıldı… Türk, O’nun gazabının asası, öfkesinin bastonudur ve Türk’ün vesilesiyledir ki, Tanrı müşfik milletlerin ve dillerin ve ülkelerin vakti gelmiş olan intikamını almaktadır.”[4] sözleriyle ifade etmişti. Osmanlı’daki bu yaklaşım ve uygulamalar İslam hukukuna dayanmaktaydı.

Müslümanlar İslam hukukunun gereği olarak fethettikleri yerlerdeki insanları İslam’a davet eder ancak onları din değiştirmeye zorlamazlardı. İçlerinde Müslüman olmayı kabul edenler Müslümanlarla aynı hak ve özgürlüklere sahip olurlardı. Bu daveti kabul etmeyip yalnız devletin egemenliğini kabul edenlere ise “zımmi” statüsü verilir, zımmilerin canları, malları ve namusları devlet güvencesi altına alınırdı. Cizye, haraç gibi birtakım vergiler ödemeleri haricinde Müslümanlarla aynı haklara sahip bulunurlardı. Osmanlı da işte bu hukuk gereğince tüm vatandaşlarına hoşgörü ile yaklaşmış, onların kendi kültürleri ve inançları ile yaşamalarına olanak sağlamıştı. Ancak Osmanlı’nın zayıflaması ile bu hoşgörü politikası tersine bir ayrımcılığa dönüştü. İmparatorluğun hâkim unsuru olan Türkler herhangi bir ayrıcalığa sahip olmadıkları gibi, azınlıklar karşısında daha aşağı bir konuma düşmüşlerdi.

Batılı devletler kapitülasyonlarla birlikte Osmanlı tebaası olan gayrimüslimler üzerinde himaye hakkı elde etmiş, özellikle mezhepdaşlarının, kendilerine tanınan imtiyazlardan faydalanmalarını sağlamışlardı. Bu sayede gayrimüslimler Türklere ve diğer Müslümanlara nazaran iktisaden kalkınmışlardı. İktisadi kalkınma onların yönetimde daha fazla söz sahibi olmalarına da yol açmıştı. Yine de elde ettikleri tüm bu ayrıcalıklara rağmen 1789 Fransız İhtilali sonucu yayılan milliyetçilik akımından, Osmanlı içinde, ilk etkilenenler gayrimüslimler olmuşlardı. Batılı devletlerin kışkırtma ve destekleri ile imparatorluk içinde birçok milliyetçi, ayrılıkçı ayaklanma çıkmıştı. 1829 yılında Yunanlıların bağımsızlık elde etmeleri ile millet sistemi ilk defa parçalanmış ve bu olay diğer azınlıkları da bağımsızlık yolunda cesaretlendirmişti.

3 Kasım 1839’da ayaklanmaları önlemek ve toplum bağlarını yeniden kuvvetlendirmek amacıyla Tanzimat Fermanı ilan edildiyse de başarılı olunamadı. Tanzimat hükümleri, birliği sağlamaktan çok uzak oldukları gibi gayrimüslimlerin daha da güçlenmesini sağlayarak, onların gerçek manada birer millet olmalarının yolunu açmıştı. 1856 yılında yayınlanan Islahat Fermanı ile Osmanlı artık tam anlamıyla kendi ipini çekmiş bulunuyordu. Gayrimüslimler ile Müslümanların tamamen eşit kabul edildiği bu ferman halkın büyük tepkisine neden olmuştu. Müslümanlar gayrimüslimlerle bir tutulmalarına karşı çıkarken, Hıristiyanlar daha çok Yahudilerle bir tutuldukları için içerlemişlerdi. Sonuçta bu tepkiler meydanlara taşmış, halk birbirine düşman olmuş ve büyük çatışmalar ortaya çıkmıştı. Çatışmalarla birlikte ayrılıkçı ayaklanmalar imparatorluğun dört bir yanında hızla yayılmış, dönemin devlet adamları ve aydınlarının, ayaklanmaların önüne geçebilmek için sarıldıkları Osmanlıcılık akımının özellikle gayrimüslimler üzerinde etki etmediği görülmüştü.

Sultan II. Abdülhamid (1876–1909) tanzimatın tatmin etmediği gayrimüslimlerin karşısına İslam birliği ile çıkarak durumu toparlamak istemiş ancak Araplar ve Arnavutlar gibi Türk olmayan Müslüman unsurların ayrılıkçı ayaklanmalar çıkarmaları İslamcılığın da kitleler arasında bağlayıcı olmadığını ortaya çıkarmıştı.

Arap ve Arnavut ayaklanmaları, İslam kültürü içinde milli benliğini eriten Türkleri derinden etkilemişti. Mısırlılar meydanlarda “ Kahrolsun Türkler!” şeklinde sloganlar atıyor, Türkler bu duruma anlam veremedikleri gibi, büyük bir bağlılıkla hala imparatorluğu ayakta tutma gayesi ile milliyetçi tavırlar sergilemiyorlardı. Son ana kadar da Osmanlılık düşüncesini sürdürmüşlerdir.

 
[1] Şükrü Hanioğlu, “Türkçülük”, Tanzimattan Cumhuriyete Türkiye Ansiklopedisi, 6. Cilt, İletişim Yayınları, İstanbul, s. 1395.

[2] Stanford Shaw, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Yahudi Milleti”, Yeni Türkiye, s. 447

[3] Stanford, gös. yer.

[4] Stanford, gös. yer.