Gece yıktı, gündüz kondu belediye

İbrahim Karamemet

Ortadoğu Teknik Üniversitesi olayında hem suçlu belli, hem suç çok.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, yirminci yüzyılın ikinci yarısında dünya yeni bir olguyla karşılaştı. Savaş sonrasının sosyo-ekonomik şartları içinde köyden şehre göç had safhaya çıktı ve şehirlerdeki “lumpen” (en yakın  türkçeleştirebileceğimiz şekliyle ‘çapulcu’) gürûhu giderek coğaldı. Bu gürûh ilk başlarda pek farkedilmedi. Az bir kısmı bir problem olduğunda hâkim güçlerin kolluk  güçleri tarafından tıpkı sınır dışı edilen kaçaklar gibi şehirlerin dışına sürüldü. Ama çoğu kalmayı başardı. Sonra bu gurbetçiler hâkim sınıfların işine geldi. Bu çulsuzlar, hâkim sınıfların ve yatırımcıların ucuz işgücünü oluşturdu ve daha çok gelmelerine göz yumuldu. Hâkimler fabrikalarını evlerinin yakınında kurmak istiyordu ve kimse onların olduğu yerlerde iş olanağı yaratma zahmetine katlanmıyordu.  Sonraları ise bu çulsuzlar onların ummadıkları bir şekilde işçi sınıfını oluşturacak ve ilerde çok baş ağrıtacaktı. “Hâlk plajlara hücum etmiş, ahâli rahatsız oldu.”  ve “Mamak gecekonduları Kızılay’a yürürse ne olur halimiz” özsaçmalıkları bu dönemde söylendi. Hemen hemen dünyanın her  yerinde bu olgu kapitalizmin İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki yükselme döneminde farklılıklar gösterse de yaşandı. Zamanla sendikalaşma olgusu gelişti ve  patronların en korkulu rüyâsı oldu.
Bütün bunlar olurken önemli bir sorun belirdi. İyi ama, bu “gürûh” nerede barınacaktı?.. Almanlar milli hasletlerine ve eski alışkanlıklarına uygun olarak “Arbeitersheim”, işçi yurtları kurarak bu kalabalığı eni konu tecrit edip şehirden uzak tutmayı başardılar. Başta Sovyetler olmak üzere Doğu Bloku ülkeleri tıpkı bugün Türkiye’de olduğu gibi çirkin ve kalitesiz toplu konutlarla işi hallettiler. Onlarda lumpen yoktu, işçi sınıfı vardı ve görünüşte baştacıydı. Baştacıydı ama, bu konutlardaki daireler tek odaydı. Amerika’da arazi çoktu, şehir dışında karton evlerden uydu kasabalar yaratıldı. İtalya, Türkiye ve azgelişmiş ülkelerde gecekondu olgusu ortaya çıktı. Latin Amerika’da çoğunluk zaten teneke evlerde yaşıyordu.
Gecekondu, adı üstünde, gece gizlice kondurulan tek odalı barınak yasadışıydı ama, zorunlu gözüktü ve başta Türkiye birçok ülkede yapılmasına göz yumuldu. Tabii bunu yapmak için bir gece yetmiyordu, genellikle hafta sonları ve bayram tatillerinde konduruluyorlardı. Ancak, kısa zamanda başta altyapı, toplum sağlığı, ulaşım, eğitim sosyal uyumsuzluklar olmak üzere ciddi sorunlar ortaya çıktı. İtalya bindokuzyüz  yetmişli yıllarda konut sorunun hallemedi ama, sıkı tedbirlerle gecekondulaşmayı önledi. Eski hatta, tarihi binalar dış cephesi aynı kalmak kaydıyla tek odalı dairelere bölündü. Ama bu yetmedi. Seksenlerde İtalya’da üstelik işi gücü olan çiftler bile ev bulamadıklarından dört-beş yıl evlenemiyorlardı. Durum halâ da böyle. Şimdi üstelik bir de artan işsizlik sorunu bindi üstüne. Ee gönül bu, beklemez. Eşin dostun evinde ve otomobillerde birlikte oluyor, sevişiyorlardı. Katolik toplum ilk başta buna tepki gösterdi ama, sonraları aldırmadı, hoş gördü. Arbada sevişme olgusu sandığımız gibi Hollywood yapımlarıyla tanıtılmamıştır, bir zorunluluk olarak İtalya’nın dünyaya yaydığı birşeydir. Bir İtalyan erkeğinin en kıymetli varlığı arabasıdır. İtalya’da hemen her kuytu sokakta icerdeki nefesten buğulanmış camları sıkıca kapatılmış ve ritmik olarak sallanan arabalara rastlayabilirsiniz. Polis ve halk bu arabalara yaklaşmaz, etrafını dolaşır. Refah düzeyi dünyada en yüksek olan İskandinav ülkeleri ise tıpkı Sovyetler gibi tek odalı evlere tıkmışlardır aileleri. Düzgün, konforlu toplu konutlardı ama, ortalama 45 metrekeydi. Oralarda arazi çoktu fakat her yer ormandı. Kimsenin aklına ormanı kesip site yapmak, gene orman kesip o siteye duble yol yapmak gelmedi. Bugün bir İsveç firması olan IKEA’da görüp tasarımına hayran olduğumuz 40, 45, 55 metrede yaşıyoruz standları, öğrenci yurtları için değil, bu sosyal olgunun zorunlu sonucu olarak aileler için planmıştır. Bizde ise bindokuzyüz doksanlara kadar gecekondulaşmaya göz yumuldu hatta, teşvik edildi. Ancak sorunlar çığ gibi büyüdü, olumsuz bazı sosyal oluşumların yanında özellikle bazı hukuki açmazlara gelindi, arazi işgalleri arttı, arazi mafyasının tohumları yeşerdi ve tedbiren gecekondu yıkımları başladı.
Sinemamız, tiyatromuz, romanlarımız, şiirlerimiz gecekondu olgusunun yapıtlarıyla doludur. Ancak, aslında bu olgu toplumbilimciler ve siyaset bilimciler tarafından kapsamlı bir şekilde araştırılmalı, incelenmelidir ki, bu Türkiye’de yapılmamıştır. Bu nedenle de ortaya çıkmasındaki çarpıklıklar kadar, önlenmesi de çok boyutlu çarpıklıklarla doludur. Yıkımların hepsi yasal orak haklıydı, kanuni idi ama, çok acıklı sahnelere neden oluyordu. Sosyal yaralara ve parçalanmalara, bölünmelere zemin hazırlıyordu. Acımasızca yapılıyordu bu yıkımlar. Ve her nedense zenginlerin gecekondu konumundaki milyonluk villalarına çok ender dokunuluyor, yıkım hep fakir fıkaranın, başını sokacak başka yeri olmayanların başına patlıyordu. Başka barınacak yeri olmayanlar bu yıkımlara şiddetle direndiler. Şehri planlamak ve yasal olmayan yapıları yıkmak haliyle belediyenin işi. Ancak bu direnme karşısında belediye fazla birşey yapamıyordu. Bu nedenle gecekondu yıkımlarına polis desteğinde gidildi.  Bazen polis bile çaresiz kalıyor ve birtakım örgütlü mahallelerde yıkım gerçekleştirilemiyordu. İşe panzerler katıldı ve kanlı olaylar oldu. Sağcı, solcu bütün eğilimlerdeki hükûmetler çareyi uzlaşmakta buldular, sayısız af çıkardılar. Üstelik bu onlara belli oranda oy kazandırdı. Bunu çok kullandılar. Ama gene de bazı zorunlu yıkımlar sürdü. Bu yıkımlar uzaktan baktığınızda hukuksal olarak haklıydı, işin sosyal boyutu ve duygusal yanını hükûmetler görmezden geliyorlardı. Bu hukuksal haklılık çerçevesinde polisin, savcının, mahkemenin desteği alınıyordu. Yapacak fazla birşey yoktu ve iş edebiyata, sanata kalmıştı. Sanatı ise hiçbir hâkim güç iplemiyordu bile.
Geçenlerde gene bir yıkım oldu. Aslında bir yıkım değil, bir kıyımdı bu. Bu kere roller değişmişti. Aynı gecekonducular gibi geceyarısı ve ortalıkta pek kimsenin olmadığı bir bayram tatilinde başladı iş. Hırsızlama yani. Ancak bu iş kanunsuzdu ve bu kanunsuz iş belediyece yapılıyordu. Onlarca ağır iş makinasıyla mülkiyeti başka bir kamu kuruluşuna ait özel bir ormana girildi ve beşbin ağaç katledildi. Kimin olursa olsun orası sahipli bir yerdi ve bırakın toprağı oradaki ağaçlar da dikenin mülküydü. Orman kanuna göre izinsiz ağaç kesmenin cezası suçtur ve hapisle cezalandırılır. Hele kesilen çam ağacıysa, özel bir kanun maddesi nedeniyle hiç affedilmez. Toplu halde  ağaca kıymak ağır ceza gerektirir. Bu kıyam yapılırken, mülk sahibinin haberi ve onayı yoktu, orman teşkilatından izin alınmamıştı, üstelik plan konusu tartışmalıydı, daha kesinleşmemişti. Yapılmak istenen proje büyük bir direnişle karşılanmıştı. Toplum ve mülk sahibi yapılacak işi istemiyordu ve huhuken haklıydı. Bu tartışma anlaşmayla bitti deniliyordu. Sonradan ortaya çıktı ki, bazı katagulliler yapılmış plan kâğıda dökülürken anlaşılan ilkeler gizlice tek taraflı değiştirilmişti. Ama bu uzun sürmez düzeltilirdi. Düzeltilmeliydi.
Ancak, belediyenin koruması gereken bir alana belediye aynı gecekonducular gibi bayram tatilinde, akşam karanlığında, onlarca ağır makineyle bu kanunsuz işi yapmak için ansızın girdi. Üstelik, polis desteğiyle zırhlı bir polis ordusuyla. Polis bu kere kanuni yıkımı değil, kanunsuz kesimi destekliyordu. Hem de öylesine ki, yıkıcıların katıyla çok sayıda polis onlara destek oluyordu. Yani, bir kanunsuzluk polis desteğiyle yapılıyordu!?..
Kamu adına yetkili kişi olan rektör çırpınıyordu. Valiyi aradı, savcıyı aradı, yetkili her yere yazılı sözlü başvurdu. Cevap vermediler. Bulabildikleri de ilgilenmedi bile. Ve kesim katliamı gece boyunca sürdü.
Şimdi böyle bir ülkede ileri demokrasiyi, demokrasi paketini falan geçin; hukuk, adalet, geri ya da az gelişmiş bir demokrasiden bile söz edebilir mi!?..
Ertesi gün tatil bitti O.D.T.Ü. lüler üniversitelerine döndüler. Bu arada beşbine yakın ağaç yok olmuştu. Hemen organize oldular ve kesilenlerin yerine beşbin fidan dikmek için seferber oldular. Önce belediye çalışanları engel olmaya çalıştı, oldukça saldırgandılar ama, başaramadılar. Sonra gene polis girdi devreye. Polis saldırmadı. Omuz omuza dizilip kalkanlarıyla bir duvar ördüler.
Anlı şanlı ve yakışıklı İstanbul valimiz aklına estikçe Gezi Parkı’nı, benim parkımı kapattığında parkın etrafına polis dizer. Ama, böyle omuz omuza değil, onar adım arayla. Böylesine omuz omuza, kalkandan duvar yapıp, kanunsuz bir işin yürümesi için destek olan müsellah bir polis duvarını da görmüş olduk böylece. Yol için açılan, kelleştirilen bölüme giremedi O.D.T.Ü.lüler. Polislerin engellediği alanın dibindeki boş alanlarda sembolik dikim yaptılar. Anlayana..
Sonra ne oldu?. Belediyeciler geldiler yeni dikilmiş fidanları söktüler. Öğrenciler gene engelleyecek oldu, polis girdi devreye. Ortalığı yatıştırmak, öğrencileri korumak için değil; ağaçlardan sonra yeni dikilmiş fidanların katline yardım için. Gaz fişekleriyle üç öğrenci yaralandı.
Ortaokuldayken bir tatilde Adana’nın teneke mahallesinde bir kavga izlemiştim. Karşı karşıya duran iki evin hanımı saç saça, baş başa tutuşmuşlardı sokak ortasında. Etraftakiler ayırdılar ama, kadınların öfkesi dinmedi. Biri evine girdi, bir takım bakır mutfak tenceresi çıkardı ve baaak sende bu var mı, diye kapının önüne koydu. Öteki durur mu, daha çoğunu çıkardı aynı nisbeti yaptı. Derken işi azıttılar, içerden getirdiklerini diğerinin eşyalarının üstüne fırlatmaya başladılar. koltuk kanape herşey kapının önüne yığıldı, çoğu paramparça. Polis geldi tabii, ortalık çığlık çığlığa iken oradan ayrıldık. Bu kavgayı kim başlattı, ilk saldırgan kimdi, kim suçluydu bilmiyorum. Ama, zarar ziyan çoktu.
Ortadoğu Üniversitesi olayında ise hem suçlu belli, hem suç çok. Kanunsuz işlem, kamu malına zarar vermek, izinsiz ağaç katliamı, mülke tecavüz mağduru yaralamak ve kimbilir daha neler. Şikâyet de var. Rektör çırpınıyor, Mimarlar Odası suç duyurusunda bulundu. Ama ortada ne savcı var, ne bir koğuşturma ne de mağduru koruma. Tersine kolluk güçleri mağdura saldırıyor.
Şimdi siz bunların olduğu ülkeyi ve o ülkenin yöneticilerini nasıl tariflersiniz.
Sakın ha yanlış anlamayın, polis devleti, zorba devlet, hukuksuzluk, diktatörlük falan değil kastım. Bunlar pek uymuyor.
Ben bu fiillere bir isim bulamadım, siz düşünün.

Not: Bu yazıyı çok zor yazdım, iki gün süründü durdu. Zaman zaman tıkandım, bunaldım. nefesim düğümlendi. Hırsımdan değil haa; utandığımdan.