Mustafa Kemal'i Milli Mücadele'ye götüren kuvvet

Mustafa Kemal'i Milli Mücadele'ye götüren kuvvet

Bu manevi kuvveti açıklayabilirsek Mustafa Kemal’i, Samsun’a daha doğrusu silahlı mücadeleye götüren kuvveti de anlayabileceğiz.

İsmet GÖRGÜLÜ

GİRİŞ

 
Bu kuvvet devlet değildir . Devlet, onu “Milli Mücadele yap” diye göndermemiştir, “Söndür” diye göndermiştir.
Peki, birileri mi davet etmiştir “Gel bizi kurtar” diye? Yoksa birileri mi göndermiştir, “Git kurtar” diye? Böyle bir durum da yok. Bunun yokluğunu o dönemi yaşayanların yazdıklarından, sonraki değerlendirmelerden kuşku duymaksızın anlıyoruz. Mondros Mütarekesi sonrasındaki o kara günleri İstanbul’da gözleyen İsmet İnönü bakınız neler anlatıyor:
Herkes Mütareke’yi bir başarı olarak kabul ediyor. Ve İtilaf devletlerinin Osmanlı Devleti’ne karşı bir iyi niyet davranışı sayıyordu... Mütareke müspet karşılanmış ve herkese iyimser bir hava hâkim olmuştu...[1]
İşgallerle galiplerin gerçek amacı görüldükten sonra:
“Gerek Hürriyet ve İtilafçılar (iktidar partisi),gerekse tarafsızlar, harple yapılacak bir şey yoktur kanaatinde... Mütarekeyi feshedip mücadeleye girmek, yeniden harp açarak, İtilaf devletleri karşısında harp yolu ile bir sonuç almak fikri hiçbir kimsede yoktu...[2]
Kamuoyunda genel hava böyle iken acaba askerlerde hava nasıldı? Bunu da İnönü’nün bir bakıma itiraf niteliğindeki açıklamasından görelim:
Memleket normal bir hayata girdikten sonra bize, yani bana ve pek çok arkadaşıma yapılacak muamele belki tamamıyla ordudan çekilmemize sebep olacaktı. O zaman hayatımızı herhangi bir köyde devam ettirmek de bizim için bir mesele olamazdı. Bu meseleleri bu tarzda, teklifsiz, arkadaşlarımla hiçbir maksat gütmeksizin sohbet halinde konuştuğum da çok olmuştur.[3]
Bu konuşmalardan Kâzım Karabekir’le olanına bakalım:
Her şey mahvoldu... Benim hiç ümidim kalmadı. Ben kararımı sana söyleyeyim mi? Askerlikten istifa edelim. Köylü olalım Kâzım...[4]
Kamuoyu ve ordu genelde bu durumda iken Padişah Vahidettin ve Sadrazam Damat Ferit, 30 Mart 1919’da İn­giltere sömürgesi olmak için İngiltere’ye başvururlar.[5]
Görüldüğü gibi teslimiyetçilik, yaşanılan acı durumu kader kabul etmek, genel kanı halindedir.

Mustafa Kemal ise;
...Bu elim manzara karşısında vicdanımın emirlerine aykırı hareket edemezdim...[6]
...Millet ve memlekete borçlu olduğumuz, vicdan görevini yerine getirmek...[7]diyerek silahlı mücadeleye karar veriyor. O anda bu silahlı mücadeleyi yapabilecek güç, kuvvet var mı? Yok. Yok olduğunu kendisi de ifade eder:
Ben 1919 senesinde Samsun’a çıktığım gün elimde, maddi hiçbir kuvvet yoktu. Yalnız büyük Türk milletinin asaletinden doğan ve benim vicdanımı dolduran, yüksek ve manevi bir kuvvet vardı. İşte ben bu kuvvete, bu Türk milletine güvenerek işe başladım.[8]
O halde yedi düvele karşı mücadeleye karar verirken var olan şey Türk milletinin yapısı, milli karakteri ve Atatürk’ün içini dolduran manevi kuvvetidir.
İşte bu manevi kuvveti açıklayabilirsek Mustafa Kemal’i, Samsun’a daha doğrusu silahlı mücadeleye götüren kuvveti de anlayabileceğiz.
Ondaki manevi kuvvet, onu bir karara götürüyor ve bu kararı uygulamaktan kendisini alıkoyamıyor, bu kararın gerektirdikleri kendisi için vicdani bir görev oluyor. Bunun için  hiç üstüne vazife olmadığı halde silahlı mücadeleye karar veriyor. Hem de devlete rağmen. Padişaha, halifeye, hükümete isyan ediyor. O dönemde çok gösterişli olan ordu müfettişliği görevini ve padişah yaverliği sıfatını terk ediyor, paşalığı ve maaşını bırakıyor. Canını ortaya koyuyor.[9]
Pekâlâ pek çoklarının yaptığı gibi, devletin verdiği görevi yapıp canını tehlikeye atmadan, geleceğini riske sokmadan ve özellikle Vahidettin’in kendisine önerdiği kızıyla da evlenerek sıkıntısız, tatlı bir hayat sürdürebilirdi. Fakat o, bunu yapamıyor. O:
...Ben her ne hal ve vaziyette bulunursam bulunayım, doğru olduğuna inandığım ve memleketin selameti icabı kabul ettiğim görüşlerime uymaktan kendimi alıkoyma gücünde değilim[10]diyor.
Milli Mücadele’yi “vicdanının emrine uyarak yüklendiği bir görev[11] olarak görüyor.
 
 
 
MANEVİ KUVVETTEN DOĞAN
VİCDANİ GÖREV
 
Ondaki vicdani görev anlayışını, yani üstüne vazife olmadığı halde doğru olduğuna inandığı bir şeyi kendiliğinden yapmayı doğuran, sahip olduğu manevi kuvvettir. Afet İnan, Atatürk’ü değerlendirirken manevi kuvvetini üç unsurun oluşturduğunu belirtir. Bilgi, millet sevgisi ve vatan sevgisi.[12] Biz buna bir unsur daha ilave ediyoruz ve manevi kuvvet= bilgi (ilim ve bilim)+millet sevgisi+vatan sevgisi+sorumluluk duygusudur ,diyoruz.
Bu manevi kuvvet unsurlarının onda, Milli Mücadele yapmayı nasıl vicdani görev haline getirdiğini irdeleyelim.
Bilgi ve bilimsel düşünce gerçeği görmesini, teslimiyetçiliğin Türk ulusunun sonu olacağını anlamasını sağlamıştır. Çünkü İtilaf devletlerinin Türkiye’yi paylaşma anlaşmalarından, 24 Kasım 1917’de Rusya’nın resmen açıklamasından[13] sonra bilgilenmiş ve Birinci Dünya Savaşı biterken yaşanılan gelişmelerden ve özellikle Mondros maddeleri ile İtilaf devletlerinin Türkiye’yi yok etmeye yöneldiklerini görmüştür. Bu değerlendirme, onda bekleyerek, teslim olarak yok olmak yerine Ya istiklal, ya ölüm! kararını doğurdu. Silahlı mücadele dışında başka bir yolun olmadığı gerçeğini görmesini sağladı.
Millet sevgisi, milletini çok iyi tanımakla belirir. Atatürk de milletini gerçek mihenk taşı olan muharebe meydanlarında tanımış, onun kuvvet ve kudretini görmüştür. Milletine sevgisi aşk haline gelmiş, ona güveni tam olmuştur. Türk milletine olan aşkından onun geleceğine yönelik bir şeyler yapma zorunluluğu duymuş, Türk milletine duyduğu güvenden dolayı da para olmamasına, silah olmamasına rağmen silahlı mücadeleye cesaret edebilmiştir.
Vatan sevgisi onu, elden gitmekte olan vatanı kurtarma mücadelesine götürmüştür.
Sevgi, sevileni elde tutma duygusu yaratır . Bu da ona karşı sorumluluk duygusu doğurur. Sorumluluk duygusu, sevilenin korunmasını zorunlu kılar ve kişinin kendisini görevli görmesine sebep olur. İşte vicdani görev de buradan çıkar. Sevginin doğurduğu sorumluluk duygusu, bilimsel düşünce ile ulaşılan, sevilenin korunmasına, elde tutulmasına yönelik kararı, vicdani görev haline getirir.
Vicdani görevin yerine getirilmesi için neyin, ne zaman, nasıl yapılacağını belirleyen bir kararın ortaya çıkması gerekir. Eğer bu karar oluşturulurken manevi kuvvetin unsurlarından biri olan bilimsel düşünce unsuru gerektiği şekilde kullanılmaz ise veya kişide bu unsur zayıf ise vicdani görevimi yapacağım derken fayda yerine zarar verici olabilir, ihanet içine düşebilir. Kendisine sorarsanız, vatanına hizmet yolundadır ve bunda da samimidir, satılmış, devşirilmiş, işbirlikçi değildir. Nasıl hizmet edeceksin denildiğinde, “Ülkem tehlikede, vatanımı parçalayacaklar, korunması gerekiyor” demektedir veya diyecektir. Peki nasıl koruyacaksın? Korumak için neyi, nasıl yapmak gerekirin yanıtı istendiğinde, işte bu noktada bilimsel düşünme ağırlığını göstermektedir. Düşman çok, tek başımıza altından kalkamayız; borç çok, borç almadan çarkı döndüremeyiz; ekonomimiz, maliyemiz, sanayimiz dışa bağımlı, bağımlı olduğumuz yerleri ürkütmemeliyiz, ekonomik krizler çıkartırlar, ülkeyi batırırlar. Bunları yaşamamak için, çaresizliğe çare bulmak için güçlü bir devletin yardımını sağlamalıyız. Milli Mücadele’de mandacılık bu taban üzerine oturmuştu. Savunanlara baktığımızda, işbirlikçi ve görevliler dışında çoğunluğu vatanını ve milletini seven, sevgisi sorumluluk duygusuna dönüşmüş kişiler. Ancak sorumluluklarını yerine getirmek için verdikleri karar ABD mandası veya İngiltere himayesi. Mandacılığın ve mandaterin vatanı koruyacağı saflığı ile yaklaşım sergilerken, kendisini, vatanını korumak zorunda bırakanların bunlar olduğunu ve bu devletlerin Türkiye’yi ve Anadolu Türklüğünü bitirme amaçlarını göremiyorlar. Teslimiyeti tercih ediyorlar. Sebep, bilimsel düşünce yetersiz. Fotoğrafın bütününü göremiyor, doğru karara ulaşmasını sağlayıcı bilgilere sahip değil, araştırmamış, incelememiş.
Bazı anne ayıların yavrusunu severken sıkarak öldürdüğü bilinir. Buradaki durum, davranışın bilimsel düşünceden geçirilmeden uygulanmasıdır. Anne, yavrusunu seviyor ve ona karşı sorumluluk duyuyor, koruyor, kolluyor, bağrına basıyor. Bağrına basarken kas kuvvetini bilimsel düşünceden geçirmeden kullanıyor, istemeden yavrusunun kemiklerini kırıyor ve ölümüne sebep oluyor.
Sevgi (vatan+millet)+Sorumluluk Duygusu= Karar  Vicdani Görev şablonu ile yerine getirilen vicdani görev, yarar yerine genelde zarar verici olur, kişiyi ihanete düşürebilir.
Olması gereken ise;
Sevgi+Sorumluluk Duygusu+Bilgi-Bilimsel Düşünce = Karar  Vicdani Görev’dir.
Atatürkde Milli Mücadele yapmayı bir vicdani görev olarak görme durumu böyle doğmuştur.
Manevi kuvvetin yarattığı vicdani görev, kişinin kendisini silmesini, gerektiğinde hayatını ortaya koymasını, kişisel çıkarlarından vazgeçmesini, kendisi için değil gelecek kuşaklar için çalışmasını sağlar.
Yüce Atatürk’ün hayat anlayışı da budur. Milli Mücadele’yi vicdanının emrine uyarak yüklendiği bir görev olarak gördükten sonra;
Bütün vatanın ve koskoca bir milletin ölüm kalım davası söz konusu olurken vatanseverim diyenlerin kendi sonlarını düşünmesinin yeri olur mu?[14]der.
O halde Atatürk’ü Samsun’a götüren kuvvet ne devlettir, ne herhangi bir davettir, ne de kişisel çıkardır. Onu, Milli Mücadele yapmaya götüren kuvvet manevi kuvvettir. Manevi kuvvetinin doğurduğu vicdani görev anlayışıdır.                                        
 
SONUÇ
 
Atatürkçü’nün yaşamına, iş yapmasına yön veren de vicdani görev anlayışı ve uygulamasıdır.
 



[1])     İsmet İnönü,Hatıralar-I,. Kitap, Bilgi Yayınevi, 1985, s.164, 165.
 
[2])     a.g.e., s.170.
 
[3])     a.g.e., s.172.
 
[4])     Ş. Süreyya Aydemir, Tek Adam, C. l, Remzi Kitabevi, 1981, s.380.
 
[5])     Hikmet Bayur,Atatürk’ün Hayatı ve Eseri 1, Atatürk Araştırma, Merkezi, Ankara, 1990, s.270-273.
 
[6])     Prof.Dr. Utkan Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, Turhan Kitabevi, 1984, s.2.
 
[7])     Nutuk, s.12.
 
[8])     Prof.Dr. Afet İnan, Atatürk’ten Hatıralar, TTK., 1950, s.112.
 
[9])     Nutuk, s.48, 49.
 
[10])     İsmet Görgülü, Atatürk’ün Anıları, Bilgi Yayınevi, 1997 s.154, 155.
 ,
[11])    Nutuk, s.49.
 
[12])    Atatürk’ten Hatıralar, s.123.
 
[13])    Yusuf Hikmet Bayur, Türk İnkılabı Tarihi, CIII, Ks. 4, Ankara, 1983, s.18.
 
[14])    Nutuk, s.49.