M. Özge Yılmaz

M. Özge Yılmaz

TÜRKLÜK BİLİNCİNİN ORTAYA ÇIKIŞI

“Ben bir Türk’üm, dinim, cinsim uludur.”

Mehmet Emin Yurdakul

Daha önce belirttiğimiz gibi, Osmanlı Türkleri milli kimliklerini İslami pota içerisinde eritmişlerdi. Türkçülüğün öncülerinden Ahmet Ağaoğlu, bu durumu “İslamiyet Türk’ün dinidir, din-i millisidir, kavmisidir. Türk İslamiyet’i cebren, mahkûm, mağlup olarak değil, hâkim, galip olarak kabul etmiştir. Bin seneden beridir ki İslamiyet’in en ağır yüklerini, omuzlarına alarak taşımaktadır. İslamiyet yolunda Türk her şeyini unutmuştur. Lisanını, edebiyatını, iktisadiyatını ve hatta bazen mevcudiyet-i kavmiyesini bile.” sözleriyle dile getirmiştir. Gerçekten de İslamlığı kabul eden milletler arasında hiçbiri, kendi milli kimliğini İslam ümmeti içinde eritmekte Türklerden daha ileri gitmemiştir.[1] Bu bakımdan Türklerin Osmanlılık fikrine olan bağlılıklarını da, devletin, İslam’ın savunucusu pozisyonunda bulunmasına dayandırmak yanlış olmayacaktır. Zira Yakup Kadri de “Yaban” adlı eserinde bu anlayışa dikkat çekmektedir:

“_  İnsan Türk olur da nasıl Kemal Paşa’dan yana olmaz?

 _  Biz Türk değiliz ki, beyim.

 _  Ya nesiniz?

 _  Biz İslamız Elhamdülillah…”

 

A- KÜLTÜREL UYANIŞ:

DİL -TARİH - EDEBİYAT ALANLARINDA YAPILAN ÇALIŞMALAR

İslamlık ve Osmanlılığın iç içe geçmiş olduğu yapı içerisinde Türklük adeta ötekileştirilmiştir. Osmanlı tarih yazıcılığının Hz. Muhammed’in hayatı ve Osmanlı hanedanı ile sınırlı kalması, bu ötekileştirmenin ürünüdür ki; dönemin seçkinleri bununla kalmayıp Türklerin İslam öncesindeki zaferlerle dolu tarihini, kökenlerini ve diğer kollarını unutarak, “güç-kuvvet” (sıfat olarak güçlü-kuvvetli) anlamına gelen Türk kelimesini de “ kaba, yabani, cahil, Anadolu köylüsü” biçiminde horlayıcı bir üslupla kullanmışlardır.

Ziya Gökalp, Osmanlı’daki bu tutuma karşın, Avrupa’da Türklükle ilgili ortaya çıkan iki harekete işaret etmiştir: birincisi Fransızların Turquerie* dedikleri “Türkseverlik” tir. Gökalp’e göre Türk zanaat ve sanat eserlerinin Avrupalılarca kullanılması, Türk hayatı ile ilgili resim, şiir gibi yapıtlar ortaya konması Türkseverlik kapsamına girmektedir İkinci hareket ise Türklüğün uyanışını sağlayan “Türkoloji” dir.

XIX. yüzyıldan itibaren Çin, İslam ve daha sonra Türk kaynakları üzerinde çalışan batılı şarkiyatçılar Türklerin Osmanlılardan önce büyük bir medeniyet kurduklarına ve dilleri ile tarihlerinin zenginliğine işaret etmişlerdir. Bu Türkologlar içinde özellikle Joseph de Guignes’in Hunların Türklerin ve Daha Sair Tatarların Tarihi, Arthur Lumley Davids’in Türk Dili Grameri, Polonya asıllı Mustafa Celaleddin Paşa’nın** Eski ve Modern Türkler, Leon Cahun ‘un Asya Tarihine Giriş adlı eserleri ideolojik boşluk içinde bulunan ve yıkılışa karşı çare arayan Türk aydınları arasında Türklük şuurunun uyanmasında önemli tesirler bırakmıştır.[2]

Batıdaki Türkoloji çalışmalarından etkilenenlerin başında Ahmet Vefik Paşa gelir.[3] Ahmet Vefik Paşa Lehçe-i Osmanî adlı bir eser yazarak Türklerin yalnız Osmanlı olmayıp, Orta Asya’dan Avrupa’ya kadar uzanan büyük ve eski bir ailenin en batıdaki kolu olduğunu, Türkiye’deki Türkçenin ise genel ve büyük bir dilin birçok lehçesinden biri olduğunu karşılaştırmalar yaparak ortaya koymuştur.[4]

Askeri okullar nazırı Süleyman Paşa da 1876’da yayınlanan Tarih-i Âlem adlı eserinin bir bölümünü Davids ve Guignes’i kaynak alarak, İslamiyet’ten önceki Türk tarihine ayırmıştır. Bernard Lewis’in belirttiğine göre; bu bölüm modern Türk tarihçiliğinde İslamiyet’ten önceki Türklere ait ilk yazıdır. Diğer eserine İlmi Sarf-ı Türkî adını veren Süleyman Paşa’nın en büyük hizmeti askeri okulların ders programına milli tarihi koymuş olmasıdır.[5]

Ziya Gökalp bu çalışmalarından ötürü Ahmet Vefik Paşa ile Süleyman Paşa’yı Türkçülüğün babaları olarak kabul etmiştir. Türkçülüğün Esasları adlı eserinde de “Süleyman Paşa bundan başka, Cevdet Paşa gibi, dilimizin bilgisiyle ilgili bir kitap da yazdı; ama bu kitaba Cevdet Paşa gibi, Osmanlı Dil bilgisi adını vermedi, Türkçe Dil bilgisi adını verdi, çünkü dilimizin Türkçe olduğunu biliyordu ve Osmanlıca adıyla üç dilin karışımından (Arapça, Farsça, Türkçe) bir dil olmayacağını anlamıştı”[6] sözleriyle Süleyman Paşa’ya övgüde bulunmuştur.  Ancak, Paşa’nın eserinin, Türkçe Dilbilgisi yerine İlmi Sarf-ı Türkî adını taşıması, bizce, bir şeylerin tam olarak anlaşılmadığının göstergesidir. Bu durum, okuyucu kitlesinin anlayacağı bir başlık kullanma istek ve ya zorunluluğu ile açıklanabilirse de aydınların konunun üzerine kararlılıkla gitmeyip, çekingen davrandıkları gerçeğini değiştirmeyecektir.

 

Genç Osmanlılar içinde yer alan Ali Suavi, Muhbir ve Ulum gazetelerinde Türkçülüğü savunmuş, Osmanlıların diğer Türk boyları gibi Türk olduklarını, dillerinin Türkçe olduğunu ve bu dili kullanmak gerektiğini vurgulamıştır. Ayrıca çok açık olmasa da Batıcılık, İslamcılık ve Türkçülük arasında zıtlık olmadığını ifade etmiştir. Özbekler tekkesi şeyhi Süleyman Efendi de Çağatayca’yı ve Doğu Türkülüğünü Osmanlılara tanıtarak Türkçülüğe hizmet etmiştir.

Azerbaycanlı Mirza Feth Ali Ahundof Osmanlı Devleti’nin yöneticilerine Müslüman Türkler arasında kullanılan yazının ıslah edilmesi için öneride bulunmuş ve zamanla birçok Avrupa diline çevrilecek olan güldürülerini Azeri Türkçesi ile kaleme alarak dilde Türkçülüğü geliştiren aydınlar arasına katılmıştır.

Osmanlı Devleti’ndeki Türkçülüğün bu ilk devresi dil-tarih alanındaki çalışmalar ile ilmi, kültürel bir akım olarak ortaya çıkmıştır. Bu devrede gerçek manada Türkçülükten bahsetmek mümkün değilse de Türklük bilincinin oluşması sağlanarak, akımın zemini hazırlanmıştır.

Tanzimat döneminde ortaya çıkan ilmi Türkçülüğün, ikinci devresinde, Abdülhamid’in baskılarına rağmen, dil tarih çalışmalarının yanı sıra sanatsal çalışmalar da giderek hız kazanmıştır.

Ahmet Mithat Efendi, Mufassal Tarihi Kurun-i Cedide, Mizancı Murat, Tarih-i Umumi, Necip Asım, Leon Cahun’un Asya Tarihine Giriş adlı eserini bazı eklerle Türkçeye çevirerek yazdığı, genel, Türk Tarihi adlı eserleriyle Osmanlı ve İslam öncesi Türk tarihine dikkat çekmişlerdir. Şemseddin Sami Kamus-u Türkî adlı eseri ile Osmanlı Türkçesine dilbilim açısından büyük katkıda bulunmuştur. Bursalı Mehmet Tahir de Türklerin Ulum ve Fünuna Hizmetleri adlı bir eser yazarak Türklerin İslam medeniyetinin gelişmesinde oynadıkları rolü ortaya koymuştur.

“Türk Gazetesidir” başlığı ile çıkan İkdam gazetesi, Şemseddin Sami, Veled Çelebi, Necip Asım, Fuad Raif Bey ve Emrullah Efendi gibi yazarlarıyla Türkçülüğün kültürel alanda gelişeceğinin müjdecisi olmuştur. Yazarlarının dilde sadeleşme çalışmaları, Gökalp’e göre, büyük bir hata olup insanları Türkçülükten soğutmuştur ancak buna rağmen milliyet fikrinin tanıtılmasında İkdam gazetesinin etkisi yadsınamayacak düzeydedir.

1897 Türk - Yunan savaşı ile Türkçülüğün yayılması için aranan kan bulunmuştur. Savaş ortamında milli duyarlılık artmış, Mehmet Emin (Yurdakul) ve Ahmet Hikmet (Müftüoğlu) gibi sanatçıların Türklüğü yücelten edebi eserleri sayesinde insanların vicdanlarına yerleşmiştir. Yusuf Akçura söz konusu edebiyatçılar için “ Bu iki san’atkar, üstatça kullandıkları temiz Türkçenin kudretini ilk defa Yunan harbi sırasında gösterdiler. Milli şairimizin: ‘Ben bir Türk’üm, dinim, cinsim uludur!’ diye başlayan şaheseri Türklerin Yunan efzonlarını süngüleri ucuna takıp Dömeke sırtlarından aşağıya yuvarladıkları sırada bir zafer borusu güzelliği ve coşkunluğuyla bütün Türk dünyasında çınladı. Ahmet Hikmet Bey, Müslüman Türk’ün Tanrısına öz diliyle ilk hitabı olan ‘Yakarış’ını bu zaferden iki-üç yıl sonra göklere doğru yükseltti.”[7]   ifadesiyle övgüde bulunurken, Şemseddin Sami Bey “Öteden beri ihtar ve tavsiyesinden geri durmadığımız ve kendimiz açamadığımız çığır açıldı… Mehmet Emin Bey’in şiirlerinde tuttukları yolu herkes tamamıyla takibe muktedir olamazsa, yani o kadar yazamazsa da hele bir kere ona çalışmalı…” sözleriyle arı Türkçe kullanımından ötürü Mehmet Emin Bey’in örnek alınmasını tavsiye etmiştir.

Selanik’te çıkarılan Genç Kalemler Dergisi, Anadolu’daki çalışmalara paralel olarak, dilde Türkçülük akımına yeni bir hız vererek milliyetçi ideolojinin oluşması bakımından çok önemli bir gelişmeye öncülük etmiştir. Ali Canip, Ömer Seyfettin, Ziya Gökalp gibi aydınlarla Yeni Lisan olarak adlandırdıkları dili sadeleştirme ve halk diline yakınlaştırma çalışmalarını, teşkilatlanma evresinde İstanbul’a gelerek, burada sürdürmüşlerdir.

Türkçülerin bundan sonraki çalışmaları çeşitli derneklerin çatıları altında devam edecektir. Teşkilatlanma evresi dediğimiz dönemde artık bu çalışmalar gruplar halinde ve daha fazla kişiye hitap edecek biçimde sürdürülecektir.


[1] Yusuf Sarınay, “İmparatorluktan Cumhuriyete Türk Milliyetçiliğinin Doğuşu ve Gelişimi”, Türkler, cilt 14, Yeni Türkiye Yay. Ankara 2002, s. 821

* Ayrıntı için bkz. Ziya Gökalp, Tükçülüğün Esasları.

** Asıl adı Constantin Borzecki’dir.

[2] Yeni Türk Devletinin Öncüleri, 1928 Yılı Yazıları, (haz. Nejat Sefercioğlu), Ankara, 1981,s. 29-30’dan aktaran Yusuf Sarınay gös. yer.

[3] Yusuf Sarınay gös. yer

[4] Yusuf Sarınay gös. yer, Ziya Gökalp,  Türkçülüğün Esasları, s.2.

[5] Sadık Tural, Osmanlı İmparatorluğunun Son Yıllarında Edebiyatımızda Türkçülük Akımı, (yayınlanmamış Doktora Tezi), Ankara, 1978, s.21.den aktaran Yusuf Sarınay, gös.yer.

[6] Ziya Gökalp, a.g.e. s. 3.

[7] Yusuf Akçura, Türkçülük, Türk-Kültür Yay., İstanbul, 1978, s. 132.

Önceki ve Sonraki Yazılar