Nasıl giyinmeliyiz?

Nasıl giyinmeliyiz?

Ya Meclis’e girecek olanlar? Orada işçileri, tulumlarıyla, köylüleri temsil eden kadınları yazmaları ve basma entarileri ve ellerinde kınalarıyla ne zaman göreceğiz?

Zeki SARIHAN
 
Nasıl giyinmeliyiz? Çok basit gibi görünmesine rağmen, Türkiye’de bugünkü siyasi tartışmalara bakarsanız altından kolay kolay kalkılamayacak kadar ağır bir soru.
İnsanların nasıl giyinmeleri gerektiğini belirleyen birçok etmen var. En başta üşümemek için giyiniriz. Giydiklerimiz bizi soğuktan koruyacak özellikler taşımalı.
Sonra, bizi çekici kılacak biçimde giyinmemiz gerekir.
Gelenekler de nasıl giyinmemiz gerektiğini belirler. Öyle toplumsal algılara ters düşecek, başkalarının eleştirilerini üzerine çekecek biçimde giyinemeyiz.
Dinsel inanışlar da giyimimizde etkili olur. Bu olgu, geleneklerle de iç içe geçmiştir.
Giyim bir modadır da. Çağdan çağa, yıldan yıla değişir. Yeni giyinme ölçüleri ortaya çıkar ve insanlar birbirlerine bakarak yeni giyinme biçimlerini kabul ederler.
Yerine göre giyinir insanlar. Gece kıyafetleri ayrıdır, çoğu zaman sokağa çıkarken evde giyindiklerimizi çıkarır, başka giysiler giyeriz. Bir toplantıya, bir düğüne, bayrama giderken üstümüz başımız konusunda daha bir özenli oluruz. Bazı mesleklerin çalışırken giydikleri iş elbiseleri vardır. Plaj kıyafeti ise apayrıdır.

                                                *
Herkes nasıl giyineceği konusunda özgür müdür? Büyük ölçüde hayır. İstediğimiz gibi giyinmemizi sınırlayan başta gelen güç, toplumdur. Yani mahalle baskısıdır. Devlet de insanların nasıl giyineceğine karışır; memurları, öğrencileri için kılık kıyafet yönetmelikleri yapar. Hatta parlamentoya girerken nasıl giyineceğimizi bile tüzüklerle belirler.
Devlet neden bu işe el atmıştır? Bir memur, bir öğrenci ve bir mebus, sokakta giydikleri ile neden okula, işe, Meclis’e gidemez? Bunun   birinci nedeni, insanların birbirine benzemesini sağlamak, böylece devletin tekliğini ve tekelciliğini göstermektir. Türkiye’de devlet, Tanzimat’tan beri halkını Batılılaştırmaya çalışmaktadır. Bu işe halkın giyiminden başlanmıştır. Batılılaşmaya en yatkın burjuva sınıfı bu konuda tercihini yapmış, sonra bütün milleti bu giyime alıştırmaya çalışmış, yer yer de zorlamıştır.
Türkiye’de giyim sorunu, gelenekle modernin çatıştığı alanlardan biridir. Geleneğin özendirdiği giyim, erkeklerde potur, şalvar, poşudan başlar, takım elbiseye kadar uzanır. Kadınlarda ise çarşaf, peçe, entari, yazma, yaşmak, peştamal, bindallıdan başlar, türbana kadar gelebilir.
Modern giyimin biçimi ise erkeklerde takım elbise, boyunbağı, spor ceket, spor veya boyalı ayakkabı, kadınlarda ise takım elbise, bluz, tayyör, başın örtülmemesini de içine alan, mini eteğe kadar uzanan bir çizgi izler.
Erkeklerin giyimlerini düzenlemek oldukça kolay ise de kadınlar için bunu yapmak oldukça zordur. Bir kere kadın, vücudunun erkeklerin gözlerini üzerine çekebilecek bazı yerlerini saklama ihtiyacındadır ve erkekleri de gerek kıskandıkları, gerekse BAŞKA erkeklerin uygunsuz hareketlerinden korumak için onları buna zorlarlar. Kadın, vücudunun hangi kısımlarını erkeklerden saklamalıdır? Bu konuda rivayet muhteliftir. Okul kıyafet yönetmeliklerinde kızların vücut hatlarını belli etmeyecek biçimde giyinmeleri öngörülmektedir ki bu genç kızların göğüslerinin giysinin üstünden fark edilmemesi anlamındadır. Kızların etek boyu da, her zaman tartışma konusu olmuştur. Devlet, eteklerin dizlerin üstüne çıkmasına izin vermeme eğilimindedir. Ancak kızların başı, Avrupa’da olduğu gibi açık olmalıdır.
Devletin tek tip insan yaratma ve bunu okul çocuklarını, memurları tek tip giyindirerek topluma yayma düşüncesi, bir süredir zorluklar yaşamaktadır. Bunun nedeni, toplumdaki farklılıkların siyasi partilerde kümelenmesi gibi, giyim kuşamda da kendini ifade etme ihtiyacıdır. Tek ideolojili, tek kültürlü toplumdan, çok ideolojili, çok kültürlü bir topluma geçmenin sancılarıdır bunlar. “Nasıl giyinmeliyiz?” sorusu bu aşamada daha çok sorulmakta ve verilen yanıtlardaki farklılıklar artmaktadır. “Bana sorarsanız” diyerek tercih ettiğim bir giyim tarzını anlatacaktım ama, bunun bir önemi var mı?
Her kültürel topluluk, diğer topluluk bireylerinin kendisine benzemesini istemektedir. Ancak biri diğerine üstünlük sağlayamamaktadır. Aslında buna ihtiyaç ve imkân da yoktur.

                              
             *
Tahmin edileceği gibi sözü, parlamentoda kadın milletvekillerinin başörtüsü takıp takamayacağına getireceğim. Alışık olduğumuz bir görüntü bozuluyor. Giyim, gerek özgürlük ve demokrasi, gerekse dini inanç nedeniyle kişisel tercihlere doğru gidiliyor. Bunu kadın milletvekillerinin pantolon giymesi izleyecek. Endişeli modernler “Yaşadıkça kim bilir daha neler göreceğiz!..” diye kaygılanıyorlar.
Namık Kemal’in “Vatan Yahut Silistre” oyununda, tiplerden biri çok gamsızdır. Konuşurken sık sık “Kıyamet mi kopar?” der. Şimdi bu kılık kıyafet sorununda aynı soruyu sorsak iyi olur. Şu veya bu türlü giyinilirse “Kıyamet mi kopar?”
Anneler küçük çocuklarını özenle giydirip okula gönderirler. Onlar, çocuklarını nasıl giydirirlerse daha sevimli, daha güzel, yakışıklı ve kabul edilebilir olacağına herkesten daha iyi karar verirler. Bu nedenle okulda kıyametin kopmayacağı gün gibi ortadadır.
Devlet memurları, görevlerini, her günkü giysileriyle yapamazlar mı? Erkekler olsun, kadınlar olsun, işe nasıl bir giysiyle gitmeleri gerektiğini devlet kadar olsun isabetle belirleyemezler mi? Ya Meclis’e girecek olanlar? Orada işçileri, tulumlarıyla, köylüleri temsil eden kadınları yazmaları ve basma entarileri ve ellerinde kınalarıyla ne zaman göreceğiz?
Sanıyor musunuz ki, Meclis’tekiler tek tip giyinirse, örneğin erkek milletvekilleri kravatlı, kadın milletvekilleri başları açık olursa, ülke tam bağımsızlığına kavuşur, Amerikan üsleri kaldırılır, emeğin hakkı savunulur, özgürlükler gerçekleşir? Bunun hiç de öyle olmadığını parlamento tarihimiz gösteriyor. Misakı Milli’yi kabul eden ve Kurtuluş Savaşı’nı yöneten Meclislerde ne yazık ki kadın yoktu ama erkeklerin başlarında fes, kalpak, sarık gibi farklı başlıklar vardı. Padişahlığı, halifeliği kaldıran, Cumhuriyeti ilan eden, öğretim birliğini sağlayanlar bunlardı. Marifet giyimde değil, kafada ve yürektedir.
Kadınlarımızın yüzde yetmişi gerek geleneğin, gerek inancın etkisiyle başlarını örtüyor. O güzelim saçlarının erkekler tarafından görülmesini istemiyorlar. Güzelliklerinin yüzlerinden de anlaşılabileceği kanısındalar! Çemberlerini gül oyalarla süslerler. Bunların büyük çoğunluğu köylerde, kasabalarda ve büyük kentlerin kenar mahallelerinde yaşıyor. Daha az öğrenim görmüş olsalar da daha zahmetkeştirler. Onların yapamayacakları iş, göstermeyecekleri marifet yoktur.  Düğünlerde ne oyunlar çıkarırlar... 
Temsilcilerini Meclis’e göndermeleri öyle kolay değil. Keşke gelebilselerdi, isterse başörtüleriyle veya onun biraz modernleşmiş biçimi olan türbanlarıyla. Zaten sistem, onların ve onların erkeklerinin memleketi yönetmesinin önünü tıkamak üzerine kurulmuştur.  
Bu yazı, toplumdaki şartlanmaların ve gereksiz kutuplaşmaların bir yana atılması ve bundan sonra kavganın giyim kuşam üzerinden değil, sınıfsal çıkarlar üzerinden verilmesi çağrısıdır. Yalnız pahalı ciplerde gezen türbanlıları yadırgamak yerine, bu israfı yapan başı açık kadınları da (ve erkekleri de) yadırgamalıyız. Bunlar, bir sınıfın iki ayrı yüzüdür. Toplumun yoksul ve orta gelirli yüzde sekseni, milli gelirden aslan payını alan küçük bir kesimin elinden yönetimi nasıl alacaktır? Kafamızı yormamız gereken asıl sorun budur.