BÜLENT ARINÇ veZAFER ÇAĞLAYAN'ın SAATİ

İlk Müslümanlar için ilk yıllar, gerçekten de çok zor geçmiş. İçerisinde yaşadıkları toplumun inanışlarına taban tabana zıt ve yepyeni öğütleri bulunan yeni dine geçenler, büyük baskı ve şiddet görmüşler.

İlk inananlar Kuran’ın, ilk nüshalarını büyük bir gizlilik içerisinde okuyup ezberlemişler ve yine aynı gizlilik içerisinde başkalarına dağıtmışlar. Anneannemin annesi anlatmıştı, ben daha çocukken. İslam adaletinin sembolü olmuş Hz. Ömer’in önceleri baş düşmanı olduğu Müslümanlığı, sonradan kabul etme hikâyesi de, kendisinden gizli gizli Kuran okuyan, kız kardeşini “suçüstü yakalaması” sonrası gerçekleşmiş.

17 Aralık Yolsuzluk ve Rüşvet depreminin ardından artık, günde birden fazla ses kayıtları, belgeler, görüntüler ortaya çıkıyor. Her birisi inanılmaz ve akıl almaz iddialar içeren bu belgelerin, yasa dışı yollar ile elde edilip, “montajlandığı, çarpıtıldığı” gerekçesini ileri süren iktidar erki ise, yasalar çıkarıp vatandaşların bu iddialardan haberi olmasını engellemeye çalışıyor. Artık öyle oluyor ki, yayınlanan ses kaydının, belgenin,kaynağı  üzerinden beş dakika bile geçmeden yasaklanmış oluyor.

Lakin tıpkı Müslümanlığın ilk günlerinde, o günün iktidarı tarafından yasaklanan Kuran nüshaları, nasıl engellenip yok edilemedi, gizli gizli okundu ve dünyaya yayıldıysa, yolsuzluk iddialarının kayıtları ve belgeleri de kaybolmuyor. İnsanlar ne yapıp edip yeniden yayınlıyor, gazeteler, televizyonlar, yayınlayıp geleceğin tarihine kayıt ediyor. İddialar kaybolmuyor ve insanlar gerçeğin ne olduğunu öğreninceye kadar bunları okuyup öğrenmeye çalışacaklar. Tıpkı ilk Müslümanlar gibi, onca yasak ve baskıya karşın, İslam’ı öğrendikleri yolla.

Yayınlayanların ya da karşı çıkanların iddialarını bir yana bırakıp, Hz Ömer örneğin de olduğu gibi tarihin işleyişine bakmak yeterli sanırım. Gerçekleri asla gizleyemiyorsunuz. Gerçekler tüm iddialardan kendisini sıyırıp apaçık ortaya çıkmayı beceren bir olgu.

Bu ayrıntılar zaten çok fazla yazılıp çiziliyor, konuşuluyor. Ben olayların trajik yönlerinden bakmak istiyorum olup bitene. Çok acınılası durumlar çıkıyor ortaya.

Bülent Arınç’ı izledim, dün sabah ki TV konuşmasında. Durumuna gerçekten de çok acıdım. Siyasi fikrini beğenir beğenmezsiniz. Ama onca yıldır her türlü büyük makamda bulunmuş Arınç için “Bu adam şöyle çaldı, böyle hırsızlık yaptı” diyecek kimse çıkacağını düşünemiyorum. Ben en azından bir kez bile bunu aklıma getirmedim Arınç için.

Bülent Arınç 2003 yılında, AKP’nin ilk iktidar olduğu yıllarda, birçok tartışmanın ardından Meclis başkanı seçilmişti. İlk açıklamasının manşeti ise şuydu. “Ben Erdoğan’ın yanlışlarına uysaydım, şimdi başbakan, genel başkandım” Gerçi ertesi günü, “sözlerim çarpıtıldı, yanlış anlaşıldım” şeklinde itiraz etse de, ortada ses kaydı vardı işe yaramadı.

Gerçek, tıpkı güneş gibi balçıkla sıvanamadı, şairin de dediği gibi, üzeri örtülemedi.

Şimdi Arınç’ı ne zaman TV de görsem, sürekli başı önünde, gözlerini insanlar ve sorulardan kaçıran, kalabalıklar içine çıkmaktan sıkılan, utanan bir eziklik, duruşu halinde.

Kolay değil Bülent Arınç için.

Yıllarca arkasında durduğun insan, bir yerlere gelinceye kadar tarifsiz mücadeleler vermek. Kimi zaman yaptıklarını yanlış bulsan da “kolunu kırıp, acımadı” demek. Sık, sık, “ Hele bu gün geçsin, yarın düzelir.” deyip dişini sıkmak. İnatla ortaklığın kader baltasına, boynunu uzatmak, zorunda kalmak. Aynı fotoğraf karelerine girip, sonradan haksız yere suç ortağı olarak, utanç riski taşımak.

En kötüsü ise; “Gel, bağırıp çağıracağımıza, gerçekleri araştıralım, varsa içimizde suçluları ayıklayıp, teşhir edelim, elimizde koskoca devlet var, bunlar akımıza çalınan karaysa,  yapanları ortaya çıkartıp rezil edelim” diyememek.

Hem namuslu olup, hem de böyle bir geleceğin içinde suçlu çıkmak ihtimali, bir insanın başına gelebilecek en acıklı durumdur. İşte ben bu yüzden, Bülent Arınç’a kızmıyor, acıyorum.

Acıma örneklerini çoğaltabiliriz.

Eskiden çok yakın arkadaştık, eski “Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan” ile. Sanayi odasına ilk başkan seçilmesi sürecinde desteğim ve yardımlarım olmuştu. Bakan olduktan sonra karşı karşıya hiç gelmedim. Birkaç kez telefonda görüştük.

Ankara Siteler de ki mütevazı atölyesinde Alüminyum doğrama işleri yaparak başladığı sanayici hayatını, 1980’lerin sonuna doğru,( yanılmıyorsam) 2500 m2 kapalı olan, küçük fabrikasında 20 yi geçmeyen çalışanı ile sürdürmekteydi. Gri 190 bir Mercedes arabası vardı.

Çok sık görüşürdük. Zafer çalışkan, zeki ve hırslı biriydi. Gerçekten de Ankara Sanayisine ciddi katkılar sağladı ASO Başkanı olduktan sonra. Kendi işine de çok faydası oldu ASO Başkanı olmasının. İşleri açıldı. İlk büyük işlerinden birini Halk Bankası gökdeleninden aldı. Sonra “Allah yürü ya” kulum demiş. Ben o yürüdüğü zamanları bilemiyorum.

Bir zamanlar Türkiye nin en büyük Alüminyum sanayicisi ve Zafer’in de Organize Sanayii’den komşusu, 10 000 m2 üretim alanı olan Aldoks battı, Zafer her gün daha büyük işler aldı. Şans işte. İş adamlığı rekabeti, ciddiye alınmadan yürümez. Sanayici Zafer Çağlayan’ın, işletmesini yaşatmak için gireceği her türden yasal rekabet duruşundan mana çıkartmak yersizdir. “Siyasi süreçte edinilen servetin kaynağını ise toplumun tüm kesimlerinin bilmesi ise olmazsa, olmazdır.”

Ama bakın, o zamanlardan tanıdığım Zafer Çağlayan için biri çıksa, “ASO’nun parasını zimmetine geçirdi, şurada büyük yolsuzluk yaptı” dese, inanmazdım. Şimdi Zafer bana çıksa dese ki, “Arkadaş bu iddialar yalan, işte kanıtlarım işin aslı şöyle, şöyle, bana oğluma kumpas kuruldu, benim servetim şu kadar ve tüm kaynağı bu, işte benim ve yakınlarımın mal varlığı da şu kadar” inanmaz mıyım?

Herkes inanır bence. Herkes bunu bekliyor çünkü.

17 Aralık’tan sonra ki gelişmeleri biliyoruz. En çarpıcı olanı, dillerden düşmeyen ve orta boyutta bir fabrika satın alabilecek fiyatta, bir kol saati skandalı iddiası. O saat Zafer’in 13-14 yıl önceki arabasının, bu gün ki akranından, sanırım 50- 60 tane falan alır.

Eğer bir siyasetçiysen ve önemli zimmetler taşıdıysan emaneten, vatandaşın bu servetin kaynağını bilmek en doğal hakkı değil midir? Tabi burada konu etmediğimiz servetin de?

Zafer Çağlayan dün bir konuşmasın da; “ Siyaseti bırakacaktım ama vaz geçtim, ölünceye kadar devam edeceğim.” Diyor.

Bu cümlesini okuduğumda eski sanayici arkadaşım Zafer Çağlayan’a çok acıdım. Siyaset öncesi geçmişini, düşüncelerini yakından bildiğim o insanın geleceğine, çocuklarına, torunlarına acıdım. Tıpkı Bülent Arınç’a acıdığım nedenler ile.

Hepimiz günlük hayatımızın sonunda yatağımıza yatar ve yorganımızı burnumuzun ucuna çekeriz. Kendimizle baş başa kaldığımız, uykuya dalmadan önceki o andır işte. Gün film şeridi gibi geçer, “başımıza ölüm” geldiğinde söylendiği gibi. Tek fark birisi günün muhasebesidir, diğeri hayatın.

Ben bu her iki yanı da kirli, “17 Aralık kasetleri” ardından ortaya atılan korkunç iddialara rağmen, kendisini aklamak için hiçbir somut çaba göstermeyen sahiplerine, işte bu yüzden acıyorum.

Aklanmak için gereken, topluma açık ve net yargılanmayı, bilgi ve belgelerde şeffaflığı, vaat edildiği gibi, hiçbir kuşkuya yer bırakılmadan, yansız ve dürüst yöntemler ile tüm ülke vatandaşlarının beklediği izahı, hala yapmayanların ve yakınlarının geleceğine acıyorum. Eğer hiçbir suçları yoksa tabi.

Yoksa en acınılacak olanlar, hala bu durumda olanlara, hiçbir kuşku duymadan inananların geleceğidir.

Kim olursa olsun, nasıl bir hata yaptıysa yapsın, hangi suçu işlediyse işlesin her insanın doğduğu, ekmeğini yediği memleketinde, “mezarının” olması hakkı vardır.

"Saddam, Kaddafi, Stalin ve daha nice insanlık suçu işlemişlerin memleketlerindedir mezarları."

 

 

Önceki ve Sonraki Yazılar