BU 175 YILLIK BİR HİKÂYEDİR

 

2002 yılı başlarından beri yerel ve genel seçimlerden muhafazakâr bir partinin büyük kentlerimizin çoğunu yönetecek, tek başına iktidarı ele geçirecek sayısal çoğunlukla çıkmasına şaşıp şaşıp kalıyoruz.

 

Ne olmuştu bu Türkiye’ye? Kızlarının aile fotoğraflarından da anladığımız gibi Halife Padişahlar bile bunlar gibi değildi. Saray erkânı resim ve beste yapıyor, piyano, keman çalıyor, kadınları modernlikte Avrupalı kadınlardan geri kalmıyordu. Üstelik Kurtuluş Savaşı’ndan sonra Cumhuriyet, modern, laik bir anlayışla kurulmuştu. Mahalle mektepleri ve imam hatip okulları kapatılmış, onun yerine konservatuvarlar kurulmuştu.

 

Seçim sonuçları, ülkede iki hayat tarzı olduğunu artık sayılarla da ifade ediyor. Bu durum, seçim sonuçlarını gösteren renkli haritalara da yansıyor. Bunların hangisi eski Türkiye, hangisi yeni Türkiye?

 

Eski Türkiye’yi şimdiye kadar, ders kitaplarına da konulan, çarşaflı kadınlarla, falakalı mahalle mektepleriyle temsil ederdik. Şimdi iktidar yanlıları, eski Türkiye olarak Kemalist Türkiye’yi görüyorlar. Yeni Türkiye’yi onlara göre gelişli gidişli yollar, köprüler, alışveriş merkezleri, ihracat ve ithalat artışı, tablet bilgisayarlar temsil ediyor.

 

Türkiye’nin dünya sermayesinin gelişme çizgisine paralel olarak ekonomik yönden geliştiği, bu bakımdan Türkiye’nin artık o “eski” Türkiye olmadığı doğrudur. Fakat nasıl olmuştur da, Batı hayat tarzını benimseyen “modern” Türkiye gitmiş, onun yerine muhafazakâr bir ikdidar gelmiştir?

 

Bu durum, 175 yıllık bir hikâyedir. Tamamen sosyolojiktir. Hiçbir komplo iddiasını kaldıramaz.

 

HİKÂYE TANZİMAT'LA BAŞLAR

 

Türkiye’nin moderleşme tarihi 1839’da Tanzimat Fermanı’nın ilanıyla başlar. İmaparatorluğu yönetenler, Avrupa karşısında Türkiye’nin yıkılıp gitmemesi için İslahat döneminde bazı önlemler aldıkları gibi Tanzimat Fermanı’yla da bazı insan haklarını tanımak ihtiyacını duydular. Avrupa’nın bu gelişmeden memnun olması, onun bir ihtiyaç olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz. Tanzimat, modern Türkiye’nin kuruluş tarihidir. Türkiye’de basın, modern eğitim, anayasa hareketleri, modern devlet organlarının temelleri bu dönemde atıldı, edebiyat dallarının çoğu bu dönemde edebiyatımıza girdi. Tanzimat döneminde Türkiye’nin örnek alabileceği yer Avrupa’dır. Kültürde de Avrupa örnek alındı ve saray ve konaklardan başlayarak Avrupai bir yaşam gelişti. Geleneksel medrese eğitiminin yanında modern eğitimin de temelleri atıldı, bu ikincisi giderek ve son olarak da 1924 Tevhidi tedrisat yasasıyla tamamen devletin politikası haline geldi. Modernleşme Türkiye için var olma veya yok olma davası idi. Ülke ya eskisi gibi uyuşuk, feodal bir kültürle yaşayıp Batılıların sömürgesi olacak, ya da Batının değerlerini kabul ederek Batılılar gibi fakat Batının tutsağı olmadan yaşayacaktı. Atatürk Devrimi'nin esas anlamı budur.

 

Fakat kültür devrimi ekonomik bir devrimin sonucu değildi, ülkede bir burjuva sınıfı yeterince güçlenmeden yürürlüğe konulmuştu. Geniş halk yığınları bu devrime ayak uyduramadı,  kendi yaşam tarzını önemli ölçüde korudu. Böylece devlet ve halk arasında bu bakımdan da bir ikilik doğdu. Devlet balo düzenler, halk düğün ve derneğini bildiği gibi yapar. Devlet kravatçıdır, halk buna aldırmaz. Devletin muteber kadınının başı açıktır, halk kadını ise başını örter. Devlet, ölüsünü cenaze marşıyla kaldırır, halk ise dualarla, tekbirlerle ölülerini yolcu eder.

 

Türkiye’de siyasi hayat, serbest seçim esasına göre düzenlenmemiştir. Yani, nüfus çoğunluğunu oluşturan taşranın kendi kültürleriyle iktidara gelmesinin önü kapatılmıştır. Anayasalar ve yasalar, bu ihtimali önlemek için gerekli önlemleri almışlardır. Kurtuluş Savaşına önderlik edenlerin çoğu, Anadolu’da görev yapmakta olan kumandan ve valilerle, İstanbul’un işgaliyle Ankara’ya gelen asker, bürokrat ve aydınlardı. Savaşa “Millî Burjuvazi”nin önderlik etmiş olması, Savaştan sonra da bu sınıfı iktidarda rakipsiz kıldı. Meclise “Taşra” sokulmadı.

 

Tek Parti Dönemi’nde Meclis’te görev alacak olanlar, gerçek halk temsilcilerinden değil, genellikle Rumeli’de veya İstanbul’da doğmuş, Batı kültürüyle yetişmiş insanlardan seçildi. İllerin milletvekillikleri bunlar arasında dağıtıldı. Bu dönemin kültürel anlayışını en kusursuz temsil eden kişinin, Mustafa Kemal Paşa olması anlamlıdır. Selânik doğumludur. Modern okullarda eğitim görmüştür. Harp Okulunu bitirmiştir. Mecliste ve idarede görmek istediği kişiler onun düşüncelerini ve önderliğini kabul edenlerdir. Onun ölümünden sonra da devletin itibar ettiği kültür ve yaşam tarzı esas olarak devam etti. 1950 seçimlerinde de Türkiye’nin taşrası iktidarda değildir. O dönemde taşra, ancak bazı ödünlerin verilebileceği bir seçmen yığınıdır. 2002 seçimlerine kadar bu durum devam etti.

 

Ne zaman ki, taşradan yetişen zenginler, kendilerinde iktidarı tek başlarına alabilecek gücü gördüler, o zaman kendi yaşam tarzlarını da iktidara taşımaya cesaret edebildiler. 2002 bir kırılma noktasıdır. Hayal bile edilemeyecek bir durum ortaya çıktı, dengeler değişti. Taşra üste çıktı, merkez azınlıkta alta düştü. Muhafazakâr iktidar, her seçimden başarıyla çıktıkça daha yüksek sesle konuşmaya başladı. Bunu başbakanın saldırgan üslubundan da anlıyoruz. 175 yıl önce Tanzimat’la başlayan bir dönem sona erdi, Türkiye taşrası iktidara geldi.

 

BUNDAN SONRA NE OLABİLİR?

 

Siyasi hayatta söz sahibi olmak isteyen hiçbir kuvvet, bundan sonra Türkiye taşrasının ekonomik ve politik gücünü ve onların yaşam tarzlarını hesaba katmaksızın iktidar olamaz. Taşranın bu gücünü günümüzde yalnız AKP değil, bu veya başka nedenlerle MHP ve BDP, FP de  de temsil ediyor.

 

Muhafazkârların ikitidarı altında, Türkiye’nin bölüneceğini, parçalanacağını, batacağını söylemek doğru olmaz. Türkiye devleti ve cumhuriyeti var olmaya devam edecektir. Buna muhafazakârların da ihtiyacı vardır. Yıkılan, iktidarı kaybeden Türkiye’nin batısıdır.  Bunu geri almak kolay olmayacaktır. Kürtleri, başörtülü kadınları artık siyasetten uzaklaştırmak mümkün değildir. 175 yıllık bir tarihin sonucu olan bu durumu kavrayamayanlar ve yeni duruma göre siyaset oluşturamayanlar, iktidarı ele geçirmek yerine, kaygılarını dile getiren bir grup olarak kalmaya mahkûm görünüyor.

 

Öte yandan “Medeniyet” veya “çağdaş uygarlık” olarak ifade edilen Batı kurumları ve sosyal değerlerinin muhafazakâr kitleyi etkilemediği de söylenemez. AKP’nin temsil ettiği kültür, Ortaçağ Türk-Arap dünya kültüründen ibaret değildir. Doğuculuk ile Batı yaşam tarzının bir sentezidir. Esasında ülkedeki modernleşme hareketini durdurmak da mümkün olamaz. Bu modernite bundan sonra tabandan, geniş yığınlardan güç alarak ve onlar arasında gitgide daha çok revaç bularak sürecektir. Çünkü ülkede kapitalizm gelişmekte, Türkiye’nin taşrası da okumakta, yığınlar halinde iş hayatına atılmaktadır. Kadınlar da bunun içindedir. Ülkede modern hayatın gelişmesi ile kapitalizmin ve refahın artması bundan sonra birbirlerine uyumlu bir biçimde gelişecek gibi görünüyor. 1930’lu yılların Türkiyesi, bazılarına göre bugünkünden çok daha modern gibi görünür. Gerçekte ise bugünün Türkiyesi, halk çoğunluğunun yaşam felsefesine ve günlük alışkanlıklarına bakılırsa 1930’larla karşılaştırılamayacak kadar moderndir.

 

Politikayı hayat tarzı üzerinden yürütmek eskiden de doğru değildi.  Sınıfların reddedildiği sınıf mücadelesinin uzun yıllar yasaklandığı dönemlerin bir ürünü olan yaşam tarzı üzerinden bir bölünme bugün geçerliliğini kaybetmiştir. Yurtseverler ve halk öncüleri için bugün yeni bir ölçüt şarttır ve bu da bağımsızlıkçı bir halk iktidarıdır. Toplumu eski okuma biçimleri atılarak yerine yeni değerler konulmadıkça içinde bulunduğumuz sıkıntılardan kurtulmak mümkün görünmüyor. Bu yeni değerlerin başında ise ulusal gelirin halk yararına adil bölüşümü geliyor.  Halkçılar bu programı yapamaz ve bunda inandırıcı olamazlarsa iktidar daha uzun süre millî gelirden kitlelere de bir şeyler koklatan ve bunun devam edeceği umudunu veren halk avcısı muhafazakârlarda kalacak gibi görünüyor.

Önceki ve Sonraki Yazılar