Mustafa Yıldırım

Mustafa Yıldırım

BİLGİNİN SESSİZ EVLERİ ve MCDONALDS KÖFTECİSİ

Genellikle loştur o evler. Parmak uçlarına basarak yürünür rafların arasında.

Yıl 1957, Uşak kentindeyiz. Yaşım dokuz. Canım gidiyor kitapçıdaki renkli masal, öykü kitaplarını gördükçe. Kemalettin Tuğcu’nun yeni kitabı çıkmış. Kitabı alamıyorum, ama adından üreyen düşler uykularımı acıklı sahnelerle bölüyor.

Yok, işte yok!.. 25 kuruşum olsa gidip alacağım. Ne ki, 25 kuruş büyük para. 25 kuruşa beş kalemtraş, iki defter alınıyor. Kitapları sevdiren babam umarsız. Ben yolda mızmızlanırken babam, birden duruyor, o yapıyı gösteriyor.

Ürkerek giriyorum tek katlı yapıya. Raflar kitaplarla dolu; hepsi benim oluyor.

Bir yıl sonra Denizli’deyiz. Daha sağı solu öğrenmeden, kokusunu ne denli çabuk aldım, o tek katlı yapının. Masal kitapları yetmiyor. Artık, öykü kitaplarındayım. Arada bir de renkli resimlerle donatılmış bir ansiklopedi.
Kitapların yöneticisi genç kadın, masaya geliyor, eğilip fısıldıyor: 
“Çok oku!” diyor, “Bir gün sen de yazarsın ve başka çocuklar okur.”
Akşam olmuş, gitmek gerek, ama bir sayfa daha, bir sayfa daha!

Yine geliyor ve fısıldıyor.

Neden fısıldıyor? İçerde kimse kalmamış ki!

Kitaplardaki kahramanların uykularımı kaçar yüksek sesle konuşunca? Belki! “Bu kitabı sana veriyorum. Bir hafta sonra geri getirirsin” diyor.
 

Yıllar akıyor; lisedeyim. Daha büyük bir yapı; daha kalın kitaplar. Yabancı, yerli yazarlar, ciltler, ciltler! Kitapların sahibi ve yöneticisi yine gülümseyen, yardım sever bir kişi! İlk siyasal bildirimi, ilk alan konuşmamı orada hazırlıyorum.

O sessiz, loş yapılarda mühendis oluyorum. O sessiz loş yapılardaki kitapların sahipleri, yöneticileri gülümseyerek yardım ediyorlar; araştırmalarımı yönlendiriyorlar. Kendilerinde olmayanı bulmam için yol gösteriyorlar.

Bildiniz mi o yapıları, o kitapların sahibi, yöneticisi olmak için üniversitelerde dört yıl çabalayan, hepimizden çok bilen, bilginin kaynağına doğru ellerinde ışık yol gösteren, kitaplar uyanmasın diye parmak uçlarına basarak yürüyenleri?

Üniversitelerden kentlere, kentlerden kasabalara dek hep onlar! Onlar olmasa acaba Ulus Dağı’na ateş düşer miydi?

Onların bilgiye saygıları olmasa, Seydi Beşir esir kampına uzanıp da, Nablus’ta Mustafa Kemal’le buluşup onunla 58 Gün yürüyebilir miydik?

Amerika’da onlar olmasa, Sivil Örümceğin Ağı’nın ilmiklerini çözebilir miydik?

Onlar olmasa karanlığı yakmak için beynimizde bir kıvılcım çakabilir miydi?

Bildiniz değil mi onları?

Hani “kitapları raflara dizen ve çalınmasın diye kayıt tutan” deyip tanımazlıktan geldiğiniz; bilgiyi devşirmek için kitapları yönetmenin bilimini okumuş; sizden, sizin hocalarınızdan daha çok bilgiye sahip Kütüphanecileri…

Onlar bu haftayı kendilerine ayırdılar. Onları medya duymayacak! 
Onlar yozlaşan toplumu, yakılan, bombalanan kütüphanelerde yok olup giden insanlık geçmişini konuşacaklar! Üniversite bütçelerinde son kalem olan kitapları yaşatma-yenilenme sorunlarını aralarında konuşacaklar!

 

Bu arada, çocukluğumun o küçük yapıları ne mi oldu? Onları yıktılar!

Delikanlılığımın o geniş sessiz yapısındaysa şimdi, bolca şeker karıştırılmış hamurdan yapılma ekmek arasında, yine şeker karıştırılmış kıymadan yapılma köfte satan McDonalds çalışıyor!

Çocuklar ve delikanlılar mı?

Onlar “internet Cafe”de başka insanları otomatik öldürme oyunları oynuyorlar!

İşte böyle, yılların kütüphane yöneticisi Ceyda Satıoğlu! “Şimdilerde artık ‘Kütüphanecilik’ demiyorlar; ‘Bilgi yöneticiliği” diyorlar” diye canın sıkılıyor. Hokkabazlık dünyasında öyle diyenler unutulur; ama “kütüphaneciler” unutulmaz!

Bak ben, 6-7 yaşımda tanıştığım kütüphanecileri unutuyor muyum? Sen de “kütüphaneci” olarak kal, bizi de unutma; olur mu?

12 Aralık 2005 – 26 Aralık 2014 (güncellendi)

Önceki ve Sonraki Yazılar